12 February 2008, 16:17 | Mesaj No:11 |
Durumu:
Papatyam No :
145
Üyelik T.:
16 February 2005
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
|
Gerileme devri ve son
Muzaffer Taşyürek Tarihimizde dönüm noktası olarak kabul edilen olaylardan biri de tanzimatın ilanıdır. Hem bir sonuç ve hem de sonrası için bir başlangıç olan Tanzimat, bugünleri anlamada çok önemli ipuçları taşıyan bir dönemdir. Milletlerin hayatında her dönemin öncesi ve sonrasıyla köklü bağlantıları olduğu kabul ediliyorsa, Tanzimat Dönemi’ni anlamamız gerekiyor. Bir cihan devletini tarihten silen hataları görmek için ve aynı hatalara yeniden düşmemek için... 17. asrın Osmanlı bilginlerinden Kâtip Çelebi, “Takvîmü't Tevârih” isimli eserinin sonunda şöyle der: “Kişinin ihtiyarlığına alâmet, saç ve sakal ağarmasıdır. Devletin kocadığına alâmet de, devleti yönetenlerin, saltanata ve süse düşkünlüğüdür. Ki bu, açık bir çöküntü eseridir. Devletlerin hayatında, duraklama devresinden sonra bu devre gelir. Refah, süs ve lükse rağbet fevkalâde artar. Eski hayat tarzı beğenilmez, terk edilir. Herkes şanını ve ününü artırmak hevesine düşer. Herkes her makama geçmeye başlar. En yüksek makam ve ünvanlar, belli vasıflar aranmaksızın dağıtılır. Zevk ve rahat, keyif ve konfor, vazgeçilmez örf ve adetler haline gelir, tabii görünür. Asker zümresi, savaşın meşakkatlerine rağbet etmeyip, sulh ve sükûn ister. Savaşmaktan başka her işle uğraşır. Türlü mihnetler gerektiren memleket işlerine kimse el atmak istemez. Savaştan el çeken asker, halk içinde gittikçe itibar kaybeder. Düzen bozulur.” Bir anlamda günümüzün fotoğrafını da kısmen gözler önüne seren bu sözler, Osmanlı'nın “Duraklama Devri”nden küçük bir kesit. Cihan Devleti'nin kurumlarında ve halkın yaşayışında görülen bazı hastalıkların bir tarihçi yorumuyla dile getirilişi. Kurtarıcılar ve Reçeteler Onyedinci asır, Osmanlı “gaza devleti”nin Avrupa'yı, yani “Diyâr-ı Küfr”ü, “Diyar-ı İslâm”a çevirme ideallerinin yavaş yavaş değiştiği ve artık yer yer aksaklıkların görülmeye başlandığı bir dönemdir. Bilhassa yöneticiler arasındaki siyasi çekişmeler ve iktidar kavgası, ekonominin daralması, paranın değer kaybetmesi, rüşvetin yayılması, ehil olmayanların rütbe kazanması ve bürokratların iktidardan pay kapmak için askerleri isyana sürüklemeleri, ülkeyi içinden çıkılmaz badirelere sürükler. Ortam öylesine güvensizleşmiştir ki, padişahlar devlet işlerini emanet edecek ehil insanlar bulamazlar. Diğer taraftan devşirme ve dönme bürokratlar kendi çıkarlarını halkın isteklerinden üstün tutmaya başlamıştır. Öyle bir an gelir ki, II. Mahmud, halkla el ele vererek kendi ordusu olan Yeniçeri Ocağı’nı ortadan kaldırma durumunda kalır. Kâtip Çelebi’den bir yüz yıl sonra Osmanlı Ülkesi’nde toplumsal hastalıklar da gizlenemeyecek ölçüde artar. Ve başlayan çözülmeyle birlikte “kurtarıcılar” da zuhur eder. Askerî, idarî, ticarî ve siyasî alanlarda kötü gidişi durdurmak için “reçete”ler hazırlanmaya başlanır. Bu dönemde, Osmanlı bürokrasisi Avrupa'ya bir başka gözle bakmaya başlamıştır. “Lale Devri” batılılaşma hareketlerinin dönüm noktasıdır. Padişah Üçüncü Selim'in açtığı çığır, İkinci Mahmud ve Abdülmecid ile hız kazanır. Ama bu çığır, ciddi çelişki ve tutarsızlıkları olan, bu haliyle memleketi nereye götüreceği meçhul bir çığırdır. Avrupa'yı örnek alanlar, iddialarının aksine, bilim ve teknik alanında değil, kültür ve siyasette, eğlence ve sefahatta taklitten öte gidememektedir. Avrupa'ya okumaya gönderilen öğrenciler, sömürgelerden zulümle elde edilen servetler sayesinde zenginleşmiş kentleri görünce komplekse kapılırlar. Kendi ülkelerinin içerisinde bulunduğu problemlerin gerçek sebeplerine inmeden, cazibesine kapıldıkları “gardrop Avrupacılığı”nı ülkelerine taşımaya kalkışırlar. Bürokrasiden kılık-kıyafete, eğitimden eğlenceye bir dizi reformlar yapılır. Artık Osmanlı’nın simgesi sarığın yerini fes, şalvarın yerini setre pantolon alır. Fransız mürebbiyeler tutulur, alafranga hayat tarzı Osmanlı konaklarına girer. Tercüme furyası başlar. Mekteplerde, basın dünyası ve edebiyatta Fransız modası ağır basmaktadır. Yaban Arısı Sürüleri Diğer taraftan, bir takım mahfillerin desteğiyle sesini fazlasıyla duyurabilen Batı hayranı bir yazar-çizer ve gazeteci kuşağı vardır. Bunlar, geleneklerle alay eden tiyatro eserleri, kendi medeniyetiyle hesaplaşma iddiasında makaleler, hikayeler ve romanlar yazmaya başlar. Onlara göre yeryüzünde insanca yaşama zemini sağlayan tek medeniyet Avrupa’nınkidir. Bizimkine gelince: bir an evvel terk edilmesi gereken köhne bir mağara!.. Avrupa, Jöntürkler denilen bu gençler sayesinde büyük bir fırsat yakalamıştır. Tarihî düşmanını kendi içinden vuracak elemanlar yetiştirmek artık kolaydır. Jöntürkler’e her türlü imkan sağlanır. Onları batılılaşma adına Avrupa'nın çıkarlarına hizmet edecek birer nefer olarak yetiştirirler. Özellikle Fransa’da eğitilen ve çeşitli Osmanlı düşmanı mahfillerce finanse edilen bu gençler, deneysel bilimin dışındaki her şeyi reddeden birer pozitivizm aşığı olarak ülkeye dönerler ve çıkardıkları dergi ve gazetelerle “gerici” diye nitelendirdikleri kurumlarla mücadeleye başlarlar. Bir yabancı uzman şu tarihi tespitlerle olayın vahametini ortaya koyuyor: “Her yeni reform Avrupa'dan alınıyordu. Avrupa, sanki seli önleyen bentlerin yıkılmış olduğunu görüp, kendi pis tabakasını Osmanlı Devleti’ne boşalttı. Ahlâksız ve sefihler, adalet kaçkınları ve pervasız maceracılar, yaban arısı sürüleri gibi Osmanlı'nın çürük yapılı vücudunu avlayıp yemek için üşüştüler. Türkiye Avrupa 'dan medeniyet istemişti, Avrupa ise ona kötülüklerini gönderdi.” Her Şeye Rağmen Batılılaşma: Tanzimat Cemil Meriç Tanzimat'ı, “uçuruma açılan tereddiler dehlizi”; Tanzimatçıları da “gafil bir entelijansiya, sirenlerin şarkılarını dinleyerek diyar-ı küfre yelken açanlar” diye tasvir eder. Şu tesbitler de ona aittir: “Avrupa’da okuyan, Tercüme Odası’nda yetişen, yeni bir dünyanın iğvalarına herkesten çok maruz bulunan entelijansiya (aydınlar), halktan koptu. Sonra başsız kalan kitle, ihtişamlı mazisinden uzaklaştırılmaya çalışıldı.” Bir batılı olarak B. Shaw’ın tesbiti de ilginç: “Tanzimat, eski kurumların korunması ve onarılmasına yönelik geleneksel Osmanlı reform kavramı yerine, bu kurumların -bazıları Batı’dan ithal edilmek üzere- yenileriyle değiştirilmesini öngören modern reform kavramını getirdi.” Peki başarı? Yıkılanların yerine konulanlar Osmanlı’yı kurtarmış mı? Cevabı başka bir Batılı, Henry Coston veriyor: “Osmanlı Devleti’nin devamı için ne olursa olsun Batı’ya bağlanma eğilimi olan Tanzimat, devletin varlığını ve geleceğini Batı’nın ipoteğine koymakla sonuçlanmış bir harekettir.” Peki kimdi bu bir milletin ve bir dünya devletinin geleceğini düşmanının ipoteğine koyan Tanzimatçılar? N. Fazıl’ın nitelemesiyle “Ucuzcular. Doğu’yu kaybetmiş, Batı’yı bulamamış çeyrek aydınlar.” "Her şeye rağmen Batılılaşma" projesi olan Tanzimat'ı bilmem ki günümüzdeki "her şeye rağmen Avrupa Topluluğu" çalışmalarıyla benzeştirebilir miyiz? Müslümana Kim Merhamet Eder? Tanzimatçılar, yeni bir Osmanlı milleti oluşturmak için yüzyılların geleneği teba ve reaya (müslüman ve gayri müslim ahali) arasındaki farkları kaldırırken, sadece hıristiyan Avrupa'nın gözüne girmeye çalışmışlardı. Görünüşte günümüzün yaklaşımıyla çok demokratça olan bu hareketleriyle, aslında müslüman ahaliyi gayri müslimlerin tasallutu altına düşürmüşlerdi. Çünkü Batılı devletler ve çeşitli lobiler, gayri müslimlerin haklarını koruma adına Devlet-i Aliyye’nin iç işlerine müdahale etme cüret ve cesaretini böylece yakalamışlardı. Hilmi Ziya Ülken'in dediği gibi, “Tanzimat, Batı milletlerinin gerçekleştirdikleri hürriyet, eşitlik, demokrasi ideallerinin bir cinsten (homojen) bir millet içinde gerçekleşmesinden çok, yabancı müdahalesinden faydalanan ve ayrılmak isteyen azınlıkların işine yarayan bir vasıta olarak kaldı. Devlet, Tanzimat ruhuna uygun olarak azınlıkları yüksek hizmetlere getirdi. Onlardan tercümanlar, sefirler, müşavirler hatta pek çok nazırlar (bakanlar) yetişti. Yani Avrupa Tanzimat'la kaleyi içten fethetti. Şu hale bir bakar mısınız; sadrazamın (başbakanın) sefaret müşaviri Agop Gircikyan'dı. Sahak Abru, Babiâli (hükümet) tercüme kalemine getirilmişti. Ovakim Reisyan, Asya adında Ermenice-Türkçe dergi çıkarırken, Sakızlı Ohennes Paşa Babiâli tercüme odasında bürokrattı. Nafia nazırı Bedros Hallaçyan’dan sonra, yerine Kirkor Sinopyan getirilmiş, Tomas Terziyan Mülkiye’de görev yaparken, İsaac Amon Maarif Nezareti istatistik müdürlüğünü yürütüyordu.” Listeyi sayfalarca uzatmak mümkün. Bunlar başkent İstanbul’daki bürokratlardı. Taşrada Anadolu ve Rumeli vilayetlerinde de durum bundan farklı değildi. Eyalet meclislerinde bölgenin nüfus yapısına göre seçilen meclis üyeleri, gayri müslimlerin yoğun olduğu bölgelerde yönetimi müslümanlar aleyhine çalıştırıyorlardı. Ziya Paşa bu konudaki şikayetlerini şöyle ifade eder: “Bir müslümanın güneş gibi hakkı zahir olduğu halde, memurların ve eyalet zalimlerinin pençesine düşse halini kime şikayet eder? Gayri müslim teba bir tokat yese hıristiyan Batı ayağa kalkarken, mazlum bir müslümana kim merhamet eder? Hiç suçu yokken senelerce mahkûm kalsa davacısı kim olur? Müsavat (eşitlik) buna mı derler?” Ahmed Cevdet Paşa, Tanzimat Fermanı’nın yayımlanmasından sonra halkın; “babalarımızın ve dedelerimizin kanlarıyla kazanılmış olan mukaddes haklarımızı bugün kaybettik. İslâm Milleti hakim millet iken, böyle bir mukaddes haktan mahrum kaldı. Ehl-i İslâm’a bu, ağlayacak ve matem tutacak gündür" diye feryat ettiğini yazar ama bu feryadı duyacak kimseler yoktur. Avrupalılar işe yarar Türk bürokratları mason localarına kaydetmişlerdi ve onlardan daha değişik biçimlerde faydalanıyordu. Tarih nasıl da tekerrür ediyor!.. Sanki dünü değil de bugünü yazıyoruz. Bugünün dış işleri ve elçilikleri ile o günün Hâriciye nezareti ve Tercüme Odası... Dışarıdan müdahalelerle devlet adamı tayinleri yapılarak Devlet-i Âli’nin kurtulacağını sananlar dün ne kadar haklı idiyseler, bugünküler de o kadar haklılar demektir. Tanzimat Paşaları ya da Çöküşün Aktörleri Mustafa Reşid Paşa... Tanzimat Fermanı’nın baş aktörü. Kimilerince gelmiş-geçmiş en büyük başbakan. Büyük, Koca lakaplarıyla da anılıyor. Devrin süper gücü emperyalist İngiltere'nin Osmanlı Devleti nezdindeki temsilcisi Canning’in yakın dostu. Canning, Osmanlı’nın Hıristiyan medeniyetine yaklaştırılması için gerekli reformların yapılmasını sağlamakla görevli bir diplomat. Canning, hatıralarında Reşid Paşa için şöyle yazar: “Bir devlet adamı, Türkiye'de ayağını denk atmayı bilmeli idi. Yabancı bir diplomatla münasebeti şüpheye yol açacağından, başka birinin evinde gizlice buluşuyorduk. Bu görüşmelerin sonucu olarak hükümette değişmeler yapıldı. Reşid Paşa'nın her vesileyle dost, güçlü bir yardımcı olduğuna aklım yattı. Reform meselelerinin çoğunda kafa birliği ettik.” Kafa birliği ettikleri nokta, Osmanlıyı tarihi kimliğinden soyutlayıp, Batı’ya yamamaktı. Altı defa başbakanlığa gelmiş ve dışişlerini Avrupa'ya angaje etmiş bu paşa, İngiltere'nin desteğini arkasına almıştı. Osmanlı’yı ilk defa Avrupa'ya borçlandıran da bu adam. Dönemin diğer hariciyecilerine gelince, onlar da batılı devletlerin İstanbul'daki elçiliklerine dayanarak ve onlardan güç alarak işlerini yürütüyorlardı. Bunun sebebi ise, çok masumane gözüken fakat o devir için dehşetli bir gaflet örneği olan şu düşünce: Avrupalılar’ın güvenini kazanarak, Osmanlı’nın Avrupa'dan atılmasının önüne geçmeye çalışmak... Tanzimat paşalarından Ali Paşa’nın padişaha hitaben yazdığı “Siyasî Vasiyetname”si, basiretsizliğin en güzel örneklerindendir. Sömürgecilik kavramının idrakine varamamış bu bürokratın düşüncelerini okurken, bugünümüzü değerlendirmemizin de yararı var. Ali Paşa şöyle der: “Avrupa ile aramızda daha sağlam bağlar yaratmalıydık. Onun maddi çıkarları ile bizimkiler aynı olmalıydı. Ancak o zaman ülkenin bütünlüğü siyasi hayal olmaktan çıkıp, bir gerçek olacaktı. Ülkenin varlığının devamı ve savunması ile Avrupa devletlerini doğrudan doğruya ve maddi yönden ilgilendirmemiz, devletin yenilenmesini ve zenginlerinin gelişmesini bir zorunluluk olarak düşünecek ortaklara sahip olmak demekti. Sultanımıza, bu yabancı şirketlerin mallarımızı elimizden alacakları söylenecektir. Bu konuşmaları dinlemeyiniz Efendimiz!.. Tersine Efendimiz, bu şirketler güven ve koruma unsuru olacaktır. Ortaklarımız olduklarına göre, çıkarları gereği haklarımızı, malımızı koruyacaklardır. Uluslararası oldukları oranda iş yapma etkinlikleri de artacaktır. Zengin evin kâhyası o evi yıkmak ister mi? Efendilerinin yerine geçmek ister mi?” Tatmin mi Teslim mi? Ne var ki, Tanzimat Fermanı’nın ilanından kısa bir süre sonra zengin evin değil kâhyaları, hizmetçileri bile evi yağmaya ve talana başladılar, tuğla tuğla evi söküp yıkmaya giriştiler. Gün geçtikçe züğürtleşen ev sahibi ise, evi kurtarmak için gerek yurt içindeki Galata bankerlerinden, gerekse Avrupa ülkelerinden faizle kredi almaya başladı. Alınan bu krediler ne yazık ki yatırıma dönüşmeden saraylar, köşkler, kasırlar yapımında kullanıldı. Ülke borç batağına gömülürken, diğer taraftan da Tanzimat zenginleri ve aydınları türedi. Diğer taraftan, Tanzimatçılar müslüman halkı devlete karşı küstürdüler. Ali Paşa’nın cenaze merasimi, musavat (eşitlik) adına müslümanları diğerleriyle eşit görenlerin vicdanlarda ne ölçüde kabul gördüklerine dair emsalsiz bir ipucudur. Olay şöyledir: Tanzimat-Islahat sürecinin Reşid Paşa’dan sonraki en ünlü ismi Ali Paşa’nın cenazesinde Yenikapı Mevlevihanesi Şeyhi Osman Efendi cemaata seslenmektedir: - Bu büyük bir zat idi, devlete çok güzel hizmetler etti. Sonra helallik için üç defa sorar: - Bu zatı nasıl bilirsiniz? Cemaatte tam bir sessizlik... Kimsenin ağzını bıçak açmamaktadır. Cemaat arasında onu seven birçok kişi olmasına rağmen, hepsinin adeta nutku tutulmuştur. Cevdet Paşa bu olayı şöyle yorumlar: “Böyle tezkiyede sukût-u tam ile mukabelede olunduğunu görmedik ve hiçbir tarihte vukuunu dahi işitmedik. Bir adamın beraber yaşadığı milleti içinde menfur olarak ahirete gitmesi, akraba ve ahbabına ne mertebe müessir olacağı muhtac-ı beyandır.” Neticede, Tanzimat Fermanı’ndan sonra imzalanan Paris Antlaşması ile Osmanlı Devleti bir Avrupa devleti sayılmış, Avrupalılar Osmanlı topraklarının bütünlüğünü koruyacaklarına söz vermişlerdi. Bu şu anlama geliyordu: Osmanlı devleti bağımsız bir devlet olma niteliğini kaybediyordu. Avrupalılar asıl bundan sonra çirkin ve gerçek yüzlerini gösterdiler. Balkanlarda ayaklanmalar, Cidde ve Suriye'de olaylar çıktı, Yunanistan ve Bulgaristan bağımsızlık yolunda büyük adımlar attılar. Girit elden gitti. Tarihin seyri değişti, üstünlük Avrupalılar’ın ellerine geçti, Osmanlı Devlet geleneği değişti. Devlet-i Ali Mısır valisine bile söz geçiremeyecek kadar güçsüzleşti, ve çöküş hızlanarak parçalanıp yok olmaya doğru gitti. “Türkiye'yi Avrupa'da tutmak için Avrupa'yı Türkiye'de tatmin etme” politikası ile yola çıkan Mustafa Reşid Paşa'nın açtığı çığır, Osmanlı Devleti’nin tasfiyesi ile son buldu. Umarız bugün milletin kaderinde söz sahibi olanlar, yakın tarihimize bir de bu açıdan bakıyorlardır! Kaynak: Semerkand dergisi, Temmuz 2001
__________________
mzalar sifirlanmistir, lütfen yeni imzanizi belirleyiniz |
12 February 2008, 16:20 | Mesaj No:12 |
Durumu:
Papatyam No :
145
Üyelik T.:
16 February 2005
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
|
Gerileme devri ve son
SAID HALIM PASANIN ÖLDÜRÜLMESi
Said Halim Pasa (1863-1921), Kavalali Mehmet Ali Pasa'nin torunudur. 1913'de ilk önce Hariciye Nazirligina daha sonra da Sadrazamliga getirildi. 1914'te 1. Dünya Savasi'nin baslamasiyla Said Halim Pasa'mn hâkimiyetinde azalma basIadi. Rusya'ya karsi Almanya ile bir anlasma yapildi. Said Halim Pasadan habersiz olarak Ittihadcilar'in ileri gelenlerinden Enver Pasa'nin gizli calismalari neticesinde, iki Alman gemisinin Karadeniz'e girmesi ve ondan sonra da bilinen gelismelerin meydana gelmesi neticesinde, Osmanli Devleti kendisini harbin icinde buldu. (Yusuf Hikmet Bayur'a göre Sadrazam Said Halim Pasanin da iki Alman gernisinin Karadeniz'e girisinden haberi vardir). Bu olay üzerine Said Halim Pasa istifa ettiyse de gerek nazirlarin ve gerekse Padisah'in israrlari üzerine istifasini geri aldi. Fakat gittikce Ittihat Terakki ile aralari acildi. Nihayet Hariciye Nazirligi'ni kendisinden aldilar. Mühim konularda da kendisine danisilmaz oldu. Buna tahammül edemeyerek sihhi sebepler ileri sürdü ve istifa etti (1917). Harp mesülu olarak takibata ugradi ve sorguya cekildi. Malta adasina sürüldü (1919). 1921'de tahliye edilmesi üzerine Sicilya'ya gecti. Istanbul'a dönmek istediyse de hükümet buna müsaade etmedi. Bunun üzerine Roma'ya gecti ve orada bir Ermeni tarafindan öldürüldü (6 Aralik 1921). Nâsi Istanbul'a getirilerek Sultan Mahmud türbesi haziresine defnedildi. (Ismail Kara, Türkiye'de Islâmcilik düsüncesi,75) Zaman gazetesi namaz vakitleri takvimi, 06.12.1997
__________________
mzalar sifirlanmistir, lütfen yeni imzanizi belirleyiniz |
12 February 2008, 16:21 | Mesaj No:13 |
Durumu:
Papatyam No :
145
Üyelik T.:
16 February 2005
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
|
Gerileme devri ve son
HUDDÂMÜ'L-KÂBE
-------------------------------------------------------------------------------- Kâbe hizmetçileri anlaminda bir terkip. Islâm topraklarini batili emperyalist güçlerin himaye, tecavüz ve isgaline karsi muhafaza etmek gayesiyle kurulmus bir cemiyet. Kâbe Hizmetkârlari Cemiyeti 1913'de kuruldu. Baskanligina Mevlana Muhammed Abdülbarî, genel sekreterliklerine de Mevlevi Sevket Ali ve Hüseyin Kidwaî getirildi. Bunlarin üçü de Hindistanlidir. Cemiyet, Mevlana Abdülbarî'nin üstün teskilatlanma çalismalarinin bir ürünüdür. Cemiyetin baslica gayesi, Kâbe ve diger mukaddes Islâm beldelerine saygiyi devam ettirmek ve buralari gayr-i müslimlerin saldirilarina karsi korumak ve savunmakti. Çünkü Ortadogu'nun problemli sartlari içinde bu görevi, sadece Osmanli devletinden beklemek mümkün degildi. Bu konuda Osmanlilardan baska diger müslümanlarin da yardimlarina ihtiyaç vardi (Gail Minault, The Khilafat Movement, Newyork 1982, s. 35). Cemiyet, kültürel sahada faaliyetlerde bulunmak üzere kitaplar yayinlamistir. Bu kitaplardan Ilki, cemiyetin genel sekreteri Kidwaî tarafindan kaleme alman "Islâm'a Çekilen Kiliç yahut Alemdarân-i Islâm'i Müdafaa, Londra 1919'dir. Eserin konusu, Osmanli murahhas heyetinin Paris Sulh Konferansi (18 Ocak 1919)'na sundugu muhtira ile konferansin Onlar Konseyi tarafindan Osmanli heyetine verilen cevabin isigi altinda Osmanli Islâm Devleti Meselesi'nin tahlilidir. Degisik bir ifadeyle eser, Osmanli hilafetinin batili devletlere karsi bir savunmasidir. (Movement, a.g.e., s.6). Kidwaî eserinin önsözünde sunlari söylemektedir: "-Türklere isnad edilen haksiz tecavüzler, tarih ve Insanlik huzurunda mutlaka savunulmali ve onlar hakkindaki gerçekler açikça ortaya konulmalidir. Iste ben, onlarin din kardesi olmam hasebiyle bu vazifeyi yerine getiriyorum. Gerçi çok iyi bir dava vekili degilim. Fakat dogru bir dava, çok iyi dava vekillerine de o kadar muhtaç degildir. Dünya nüfusunun 1/3'ünü meydana getiren ve müslümanlarin vahdet merkezi olan bir devleti yikmak hiç süphesiz adaletsizliktir." Cemiyetin gerçeklestirmeyi arzuladigi projeler arasinda ise sunlar yer almaktaydi: Hac tasimaciliginda tekel olan 0ngiliz firmalariyla rekabet etmek ve Bombay ile Cidde güzergâhindaki hacilari tasimada kullan Ilmak üzere gemiler satin almak ve müslümanlara ait bir gemi sirketi kurmak; Mukaddes beldeleri korumak için Arap denizinde müslümanlara ait bir deniz filosu bulundurmak veya en azindan -bu amaç için Osmanli deniz kuvvetlerine bir zirhli savas gemisi vermek. Bu projelerin hiçbirinin gerçeklesememesi halinde bir veya Iki uçak satin almarak Türkiye'ye hediye etmek. Ayrica zor durumda bulunan Islâm ülkelerini yok olmaktan kurtarmak amaciyla Islâm dünyasindan yardim toplamak (Menault, ayni eser, s. 36). 1. Dünya Savasi esnasinda Ingiltere, Mekke Serifi Hüseyin'i Osmanli hilafetine karsi isyan ettirmekle, Islâm dünyasinin Hüseyin'in arkasinda toplanacagini, hiç olmazsa onun manen desteklenecegini ummustu. Ne var ki, beklenilen gelismeler bu dogrultuda olmamis, aksine Halifeyi en zor aninda "arkadan vurma çilginligi"ni gösteren Hüseyin siddetle kinanmaktan kurtulamamistir. Bu noktada Ilk protesto, Mevlana Abdülbari'nin liderligindeki Hüddâmü'l-Kâbe Cemiyeti'nden gelmistir. Abdülbari, Hind ulemasindan bir fetva çikartarak Serif Hüseyin'i lanetletir, bu arada Halife'ye karsi olan bagimliliklarini ise perçinlettirir. Güney Asyali Müslümanlarin bu çabalari Türkiye'ye su sekilde yansir: "... Müslümanlarin halifesine isyan eden Mekke Emiri Hüseyin'in bu alçakça hareketi Hindistan'da duyulur duyulmaz her yerde toplantilar yapildi, nutuklar ve hutbeler irad edildi. Öncelikle Hindistan'daki müslüman basin, Hüseyin'in böyle bir zamanda Islâm halifesine karsi isyan etmesini Islâm dünyasinin kalbine dogrultulmus bir hançer olarak telakki etmistir. Daha sonra ise, Hind 0ttihad-i Islâm Cemiyetinin bütün subeleri birleserek bu haince harekete karsi durulmasini, Hüseyin taraftarlarina düsmanlik ilan edIlmesini ve Islâm Serîati'ni temelden sarsacak olan bu isyani destekleyecek her türlü yardimdan kaçinmasi için hükümete müracaatta bulunulmasini kararlastirdi... Her ne kadar Hindistan'daki Ingiliz gazeteleri ile bazi Mecusi basini Hicaz'daki kiyami, Hind Müslümanlarinin menfaatleri açisindan hayirli bir gelisme seklinde degerlendiriyorlarsa da bu isyan, Hindlilerce genel kabul görmedi. Zira görüyoruz ki, Hind Müslüma n lari bu kiyama asla taraftar olmadiklari gibi, baska cemiyetler akdederek, Ittihad-i Islâm subelerini birlestirerek hep bir agizdan Serif Hüseyin'in yaptigi Isleri pek agir bir dille kiniyorlar ve onun yaptigi kiyami bir hiyânet ve küfür olarak telakki ediyorlar. KIsacasi Hind basinini gözden geçirenler görürler ki, -dogrudan dogruya Ingiliz emellerini destekleyen birkaç istisna disinda- genelde Hind basini, Serif Hüseyin olayini kinama noktasinda müttefiktirler" ("Sâbik Mekke Emiri Hüseyin ve Hind Matbuati", Sebilürresad, c. XIV, s. 179-180 ve 192-193, Istanbul 6 Tesrin-i Evvel 1332). Ahmet Zeki IZGÖER
__________________
mzalar sifirlanmistir, lütfen yeni imzanizi belirleyiniz |
12 February 2008, 16:22 | Mesaj No:14 |
Durumu:
Papatyam No :
145
Üyelik T.:
16 February 2005
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
|
Gerileme devri ve son
MEDINE FATIHI FAHREDDIN PASA
Osmanli Imparatorlugu, 1. Cihan Harbi'nde yedi cephede düsmanlanyla carpisti. Bu cephelerden Filistin-Hicaz cephesinde maalesef yenilmistik. Mondros mütarekesi hükümlerine göre bütün ordumuz silahlarini teslim ederek, kendileri de galip müttefiklere teslim olacaklardi. 0 cephedeki diger ordularimiz teslim oldu, bunun tek istisnasi Hicaz kumandani Fahreddin Pasaydi. Istanbul'dan kendisine yapilan 'teslim ol' emrini dinlenmiyor, 'ben Efendimiz (sav)'in merkad-i mübareklerini teslim edemem' diyor, bütün telkinleri geri ceviriyordu. Her ne kadar Ingilizler, Medine-i Münevvere'ye dorudan girememis ve askerini sokamamislar ise de, meshur casuslari 'Lawrens' vasitasiyla satin aldiklari bazi kabile seyhleri ve o zamanki Mekke Serifi vasitasi ile Medine'yi tazyik ettiriyorlardi. Neticede Mescid-i Nebeviyi, Merkad-i Mübareki ve o mukaddes beldeleri aylar süren, ac ve susuzluga ragmen devam eden müdafaa neticesinde teslim etmek mecburiyeti hasil oldu. Oradaki rnukaddes emanetlerden, 80 sandik kadarini zabitlar tutarak, lstanbul'a gönderdi. Gerci bazi sandiklar o zamanin Sam valisi tarafindan acilmis ise de emanetlerin bir kismi Istanbul'a gelmistir. 1919'dan sonra ülkesine dönen Fahreddin Pasa 1948'de vefat etmistir. Peygamber ve Medine asigi bu kahraman pasamiza Allah'dan Rahmet diliyoruz. (Müftüoglu, Yalan Söyleyen Tarih Utansin) Zaman gazetesi takvimi, 22.11.97
__________________
mzalar sifirlanmistir, lütfen yeni imzanizi belirleyiniz |
12 February 2008, 16:23 | Mesaj No:15 |
Durumu:
Papatyam No :
145
Üyelik T.:
16 February 2005
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
|
Gerileme devri ve son
Istanbul’da ilk metro
17 Ocak 1875 günü Istanbul’un ilk “Yeralti treni/Metro”su hizmete girmisti. Sultan Abdülaziz Hân’in saltanatinin son yillarinda çalismaya baslayan ve halk dilinde “Tünel” diye anilan “Yeralti treni” on dokuzuncu yüzyil Istanbul’undan günümüze kadar gelebilen yegâne vesait-i nakliyedir. Karaköy’le Beyoglu’nu birbirine baglayan ve Fransizlarca “Metro” diye anilan bu vesait-i nakliyeye Türkçe’de “Yeralti treni” demek varken Baticiligimiz icabi (!) “Metro” kelimesi aynen alinmis ve Istanbul’un trafik kesmekesinin halli mevzuunda bu kelime son yillarda da sik sik tekrarlanir olmustur. Henry Gawan adli bir Fransiz mühendisi Dogu’ya yaptigi seyahatte -Istanbul’a da ugramis ve o yillarda “Pera” diye anilan Beyoglu ile “Galata/Karaköy” arasini en kisa yolla birbirine baglayan Yüksek kaldirim’dan hergün pek çok sayida insanin inip çiktigini görüp o civarda açilacak bir yeralti yolunda isleyecek trenin büyük bir ihtiyaca cevap verecegini düsünmüs, tabii bu arada herseyden evvel isin “kâr” yönünü hesaplamis ve Fransa’ya döner dönmez taninmis insaat firmalariyla temasa geçmistir. Fransiz firmalarindan iltifat göremeyen Henry Gawan, daha sonra Ingilizlere müracaat etmis ve Istanbul’un ilk yeralti treni Ingilizlerce insâ olunup, tahminen yüz elli bin Ingiliz lirasina mal olmustur. Bes yüz elli metre uzunlugundaki bu yeralti treni, 1914 yilina kadar Ingilizlerce isletilip bu tarihte bir osmanli sirketine devredilmis, 1939’da ise, IETT eline geçmistir. Ikinci Dünya Savasi’nda malzeme yoklugundan çalistirilamayan yeralti treni halen faaldir. Çiragan Sarayi yangini 1908 Mesrutiyeti’nin ilk Meclis-i Meb’usâni Ayasofya’daki binada toplanmis iken, sonralari Meclis baskani Ahmed Riza’nin israriyle Çiragan Sarayi’na tasinmistir. Bu nakil isine zamanin pâdisahi Sultan Resad muhalefet etmisse de, Ahmet Riza Bey isi bir oldu bittiye getirmis, büyük masrafla Çiragan ta’mir olunmus, bu arada Yildiz Sarayi’ndaki kiymetli san’at eserleri de Çiragan’a tasinmistir!.. Bu sekilde Meclis-i Meb’usân ittihaz edilen Çiragan Sarayi 90 yil evvel 19 Ocak 1910 Çarsamba günü yanmis, muhtesem bina ile beraber nadide san’at eserleri ve ilk Meclis-i Meb’usan zabitlarinin mühim bir kismi maalesef kül olmustur!.. Sözde elektrik kontagi ile yanan ve deniz suyundan dahi istifade edilemeden iki saat içinde kül olan Çiragan yangini dolayisiyla Iltihatçilar pek fena hirpalanmislardir. Milli Gazete 21.01.2000
__________________
mzalar sifirlanmistir, lütfen yeni imzanizi belirleyiniz |
12 February 2008, 16:24 | Mesaj No:16 |
Durumu:
Papatyam No :
145
Üyelik T.:
16 February 2005
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
|
Gerileme devri ve son
Hazin son
-------------------------------------------------------------------------------- Millet kaniyla, caniyla Istiklal Savasi'ni kazanmis, büyük bir mücadeleyi atalarina lâyik oldugunu göstererek zafere götürmüstür. TBMM'nin 1 Kasim 1922'de çikardigi iki madelik kanunla saltanat kaldirildi. Yalniz hilâfet müessesi birakildi. Halifeyi de Ankara'daki Meclis Osmanli sehzadeleri arasindan seçecekti (Ne var ki Halifelik müessesi bu sözlere ragmen 1 sene sonra kaldirildi, M.K.) Böylece Sultan VI Mehmed Vahidüddin'in padisahligi sona ermis bulunuyordu. Yalniz haliflelik sifati kalmisti. Bu da kisa bir süre sonra Sultan Abdülaziz'in oglu Abdülmecid Efendi'ye verilecekti. Sultan Vahdettin ise ülkeyi terk zorunda kalacakti (Son halife Abdülmecid Efendi'de bir sene sonra çikan ve, halife dahil, bütün Osmanli hanedaninin ülkeyi terk etme zorunlulugu getiren 431 sayili kanuna göre ayni kaderi tatti, M.K.). Çünkü hayatini tehlikede görüyordu. Ankara'daki söylenenler bunu dogrular sekildeydi. Istanbul'daki isgal kuvvetleri komutanina müracaat ederek, baska yere naklini istedi. Ve 17 Kasim 1922, yilinin hüzünlü bir sabahi, Ingilizlerin "Malaya" isimli zirhlisiyla ülkesinden ayrildi (Abdurrahman Dilipak'a göre ise Sultan Vahdettin Ingilizler tarafindan kaçirilmistir, bak. Abdurrahman Dilipak, Bir baska açidan kemalizm, Beyan yayinlari, M.K.) Agliyordu. Ama bir tesellisi vardi. Yabanci isgali kirilmis, vatan topraklarinin tamami degilse de bir kismi kurtarilmisti. Saraydaki bütün kiymetli esyalari bütün hazineyi götürmesi için hiçbir engel yoktu. Ama O, Osmanli hanedanina mensuptu. Kendisinden çok vatanini, milletini düsünürdü. Atalarinin kurdugu bir devletin hükümdariydi. Sahsi serveti dahil, hiçbir seye elini sürmedi. Bes parasiz denebilecek halde atalarinin yurdunu terk etti.(Sultan Vahdettin'in çileli gurbet hayati için bak. Kadir Misiroglu, Osmanogullarinin drami, Sebil yayinevi, M.K.). Fransa'da vefat ettigi zaman cenazesine haciz konmustu. (Cenazesi birçok israr ve Inönü'nün sözlerine ragmen Türkiye'de defni'ne izin verilmedi ve son çare olarak Medine'de defnedildi, M.K.) Kaynak: Zaman gazetesi namaz vakitleri takvimi, 17.11.1996
__________________
mzalar sifirlanmistir, lütfen yeni imzanizi belirleyiniz |
12 February 2008, 16:25 | Mesaj No:17 |
Durumu:
Papatyam No :
145
Üyelik T.:
16 February 2005
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
|
Gerileme devri ve son
OSMANOGULLARIN DRAMI
Osmanli'nin o hasmetli ve izzetli insanlarinin torunlari bir gecede Avrupa'ya atildigi zaman, kimse onlarin halini hatirini sormadi. Hanedan sülalesinin erkekleri ekseriyetle askerdi, meslekleri disarida geçmedi. Buradaki mallari da tarümar edildi. Ayrilacaklari gece evlerini soydular ve Türkiye'nin disinda hepsi aç birakilip öz vatanlarindan uzakta ölüme terkedildiler. ••• Hanedan mensuplarindan çogu, Sultan Vahidettin basta olmak üzere Sam'da Selimiye Camii Serifinin avlusunda medfundur. Halife Abdülmecid Efendi Medine'de Cerinet'tül Bakiye defnolunmustur. Paris Camii'nde cenazesi 10 sene beklemistir. Kendisi öyle vasiyet ettigi için 1944'den 1954 e kadar mücadele edilmistir. Bir Ali Osman'a yakisan da böyle vatan topragina gömülmeyi istemektir. Mesela O'nun oglu Sehzâde Ömer Faruk Efendi Misir'da vefat etti. Misir bir Müslüman topragi oldugu halde Türkiye'de isbasina gelen herkese mektup yazmistir. "Her türlü siyasî haktan mahrum olarak vatanda yasamama müsaade edin. Bogaziçi'nde balikçilik yapmaya raziyim" diye Cemal Gürsel'e bile mektup yazdi. Sonunda kabul edilmeyecegini anlayinca, o sirada Hanedan hakkinda bir yazi yazmis bulunan rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti'ye bir mektup yazarak "Bizi vatana kabul etmeyeceklcrinden emin oldum. Bir zarfin içine Allah rizasi için bir avuç vatan topragi koyun da hiç olmazsa kabrime konulsun" diyecek kadar vatan hasreti içinde kivranmis bir insandi. Bunun diger bir misali de Sultan Abdülhamid'in kizlarindan birisi olan Zekiye Sultan'dir. Kocasi da Gazi Osman Pasa'nin ogludur. Nice'de vefat ettiginde vasiyet etti ki, "bir gün müsait olursa beni vatan da defnedin". Bu sebeple cenazesi Nice'deki bir kilisede tahnit edilmis (ilaçlanmis) olarak 30 sene bekledi. Sonunda kilise mensuplari götürüp bir yere defnettiler. ••• ...Sultan Vahdettin aç'ti. Öldügü zaman Italyan bakkallarina 150 bin liret borcu vardi. Tabutuna haciz karari geldi. Ve "Bu tabut para ödenmeden kaldirilamaz" diye tabuta yazi asildi. Abdülmecid Efendi'nin oglu ve Sultan Vahdettin'in damadi Ömer Faruk Efendi ve bir kaç kisi, mutfak kapisindan tabutu kaçirdilar, Sam'a götürüp defnettiler. Sonradan kizi, Italyan bakkallarin borcunu ödedi. ••• Vahidettin Italya'ya ilk gittigi zaman, San Remo'da kiralik bir villada kalmaya basladi. Oradayken Kral Emanuel, Vahdettin'e bir yaver gönderdi. "Ulkenin muhtelif yerlerinde saraylarim vardir. Zatiali nerede oturmak istiyorsa emrine" amadedir. Kendisine aylik su kadar liret tahsis edilmistir" dedi. Sultan Vahdettin bunlarin hiçbirisini kabul etmedi. Yaveri Miralay Fahri Engin o sirada tercümanlik yapiyordu. "Efendim bu kadar ikrami reddediyorsunuz. Herhalde mutfaginizda kuru sogan bile olmadigini bilmiyorsunuz" dedi. Bunun üzerine Vahdettin "Fahri Bey, Maiyeti saniyemde bulunmaya mecbur degilsiniz. Zor geliyorsa ayriliniz. Ben Müslümanlarin halifesi sifatiyla bir gayri müslim hükümdarin ihsanini kabul edemem" dedi. ••• Mahmut Sevket Efendi'yi ziyarete gitmistik. Bir Fransiz kasabasinda oturuyordu. O siralar kizi Avinyon'da ameliyat olmus. Birlikte onu ziyarete gittik. Odasina girdigimiz zaman kizi konusamiyordu. Mahmud Sevket Efendi "Nermin" diye sesleniyor, kizinda cevap yok. Nermin isaretle kagit kalem istedi, bulduk. Yazdi ki "ameliyat ederken yanlislikla dilimi kestiler konusamiyorum." O adamin karyolanin üzerine bir abanisi yardi. Dünyada bir kizim var, bundan sonra o da böyle dilsiz mi kalacak?" diye. Ben hayatimda, aniden bir insan yüzünden böyle ter aktigini görmedim. Sonra bana döndü dedi ki: "Osmanogullarinin dramini yazip bizi aleme mi acindiracaksin? Hiristiyanlara da "Müslümanlari asirlarca zaferden zafere kosturmus bir aileden iste böyle intikaminizi aldiniz, sizin arzu ettiginizden daha büyük facialara sürüklendiler? diye mi göstereceksin?" Bu söz, onlarin gurbet hayatini anlatirken daima kulaklarimda çinladi. Düsünün ki bir sehzade ölmüstür. Belediye kendi imkanlari ile bir mezarlik yeri vermedigi için, cenazesi Mans Denizine atilmistir. Bu, Sultan Abdülhamid'in ogludur. Yine Nice'de parkta bir sehzade ölü olarak bulunuyor. Bankada son nefesini vermeden bir mektup yazmis ve gögsüne ilistirmis. Mektupta söyle diyor. "Benim ölümümden kimseyi mesul tutmayin, ben açliktan ölüyorum. Yelegimin iç cebinde beni Islamî usullere göre Müslüman mezarligina defnedecek para vardir." Fransiz polisinin degerlendirmesi de "daha birkaç ay yasayacak kadar parasi oldugu halde cenazesini düsünüyor, bu enayiymis" oluyor. ••• Abdulhakim Arvasi (rahimehullah) 1940'larda buyurmus ki: "Biz Sultan Aziz'in ahini çekiyoruz. Sultan Hamid'in ahina daha sira gelmedi. Biz bu hanedana yapilan zulme kayidsizligimizin cezasini çekiyoruz. Hanedan bedduasi müthistir. Bizim ecdadimiz, hanedan bedduasindan korkardi. Çünkü onlarin liderlikleri Allah'in tensibi takdiri ve kendi bileklerinin hakkiydi. Birçok Avrupa ülkesinde oldugu gibi, kimse onlari Türk Milletinin basina memur olarak koymamistir.
__________________
mzalar sifirlanmistir, lütfen yeni imzanizi belirleyiniz |
12 February 2008, 16:26 | Mesaj No:18 |
Durumu:
Papatyam No :
145
Üyelik T.:
16 February 2005
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
|
Gerileme devri ve son
ERMENI MESELESI
MILLET-I SANDIKA’NIN IHANETI Muzaffer Tasyürek Osmanli topraklarinda 600 yil yasamis hiristiyan bir milletti onlar. Dinlerine, dillerine, gelenek ve göreneklerine müdahale edilmemisti. Serbestçe ticaretlerini yapmis, çocuklarini egitmislerdi. Osmanli yönetimiyle uyum içinde yasadiklari için “Millet-i Sadika” adini almislardi. Ermenilerden söz ediyoruz. Nice karanlik siyasi emellere malzeme olan veya edilen Osmanli Ermenileri’nden ve o çok “tartismali” Osmanli-Ermeni münasebetlerinden... Osmanli toplumu, diger bir-çok etnik unsur gibi Ermenileri de kendilerinden farkli görüp ayirmamisti. Onlarla komsuluk yapmis, ticari iliskiler kurmuslardi. Yönetim kadrolarinda yer verilmis, danismanlik, tercümanlik, hatta bakanlik olmak üzere devletin her kademesinde istihdam edilmislerdi. Içlerinden edebiyatçilar, müzisyenler, mimarlar, bürokratlar ve tip adamlari çikmis, Osmanli’nin toplum dokusunda bir renk olmuslardi. Evet; Ermeniler Osmanli’nin temel unsurlarindan birini olusturuyorlardi. Ta ki 3 Mart 1878’deki Ayastefanos Antlasmasi’na kadar. KAPI BIR KEZ ARALANINCA Ayastefanos Antlasmasi Erme-niler’le iliskilerimizde bir dönüm noktasidir. Bu antlasmadan sonra Istanbul kapilarina kadar dayanan Rus Prensi Grandük Nikola’yi karsilamak üzere harekete geçen Ermeni Patrigi Narses, Ermenilerin isteklerinden olusan bir listeyi Nikola’ya iletti. Bu listede esas olarak Ermeniler’in yasadiklari vilayetlerde islahatlar yapilmasi ve müslüman halka karsi haklarinin korunmasi isteniyordu. Bu istekler, Ayastefanos antlasmasina ve daha sonra ayni yilin 13 Temmuz’unda imzalanan Berlin Antlasmasi’na birer madde olarak eklendi. Bunun anlami suydu: Rusya ve batili devletler, Osmanli topraklarinda nüfuz alanlari olusturmak için büyük bir firsat yakaliyorlardi. Osmanli’yi içten içe bölmek için artik dügmeye basilmis oluyordu. ANADOLU ÜZERINE OYUNLAR Osmanli Devleti, iç islerine karisilmasina ve bilhassa hiristiyan tebanin tahrik edilmesine karsiydi. 4 Haziran 1878’de im-zalanan Kibris Antlasmasi’yla, topraklarinda yasayan gayri müslimler lehine islahatlari gündemine alarak, bu konuda gelebilecek talepleri susturmak istiyordu. Ama Ruslar, Ermeni Patrigi Narses’in verdigi kozu kullanmaya niyetliydiler. Ermeni haklarini savunuyormus gibi gözükerek, Kuzey Kafkasya ve Dogu Anadolu topraklarini ele geçirme harekâti baslattilar. Gerçek hedefleri ise, Akdeniz ve Hint Okyanusu’na ulasabilecekleri bir yol açmakti. Ruslar’in niyetini sezen Ingiltere ve Fransa da bos durmuyor, kendi çikarlarina uygun stratejiler gelistiriyorlardi. Aslinda batili devletlerin bu plâni yeni degildi. Daha 1800’lü yillarin basinda Avrupa’dan gönderilen misyonerler, ortodokslugun bir kolu olan Gregoryan Türkiye Ermenileri ile Protestan ve Katolik Ermenileri birbirine düsürmeyi basarmislardi. Öyle ki, 1820’de Katolik ve Gregoryan Ermeniler arasinda çikan bir tartisma sonucunda, Patrikhane saldiriya ugramis ve patrik canini zor kurtarmisti. Yapilan tahkikat sonucu yakalanan ve suçlu bulunan Ermeniler’den besi idam edildi ve bazilari da sürgüne gönderildi. Fransa, Ingiltere ve Rusya bu olayi siyasi malzeme yapmakta gecikmedi ve konuyu uluslararasi zemine tasidilar. Avrupa’da Ermeni lobileri olusturuldu. Bati medyasi Ermeni haklarini savunan yayinlar yapmaya basladilar. Isviçre’de Ermeni milliyetçiler tarafindan “çan sesleri” anlamina gelen “Hinçak” komitesi kuruldu ve komite kisa bir süre sonra Ingiltere’ye tasindi. Ingiltere’nin baslangiçta tanimak istemedigi Hinçaklar, 1880’de liberallerin seçimi kazanmalariyla siyasi kimliklerine kavustular. Hinçaklar, ilk hayali Ermenistan devletini kurdular. Bu hayali devletin sinirlari içinde, Osmanli’nin “Vilâyât-i Sitte” adini verdigi, Erzurum, Van, Diyarbakir, Sivas ve Bitlis bölgesi giriyordu. Bu merkezlere bagli olan Erzincan, Hakkari, Bingöl, Malatya, Amasya, Tokat, Giresun ve Ordu’nun bir kismi da hayali Ermenistan’in sinirlarina dahildi. Hinçak komitesi hizla teskilatlanarak, basta Istanbul olmak üzere Halep ve Izmir gibi büyük merkezlerde subeler açmaya basladi. Bu arada Ruslar da bölgede kendi emellerine hizmet edecek Tasnak komiteleri olusturuyorlardi. Fransa ise Güneydogu Anadolu’da ekonomik, askeri ve siyasi çikarlari için kullanacagi “Ermeni lejyonlari” olusturmanin hesaplarini yapiyordu. ILK OLAYLAR 1893 yilinda Istanbul’dan Mus vilayetine gelen bir yazida, vilayet gelirlerinin 500 lira artirilmasi isteniyordu. Bunun üzerine Mus valisi bölgeye hemen yeni vergiler koyma yoluna gitti. Ancak Sasun bölgesi Ermenileri bu karara itiraz ederek, hükümete bir telgrafla müracaatta bulundular. Hükümet kararin geri alinmasi için valiyi uyardi. Vali ise kararin geri alinmasina itiraz edip, bölgenin hassas dengelerini bozacak icraatlara giristi. Ermenilerle müslümanlarin arasini açan uygulamalar, bölgeye yerlesmis Hinçak ve Tasnak komitelerinin ekmegine yag sürdü. Ermeni köylerini basip katliamlar yapmaga baslayan komitacilar, katliamlari Türkler yapiyormus görüntüsü verip isyan baslattilar. Hükümet olay yerine askeri birlikler gönderip isyani bastirdi ve valiyi görevden aldi. Ancak Hinçak ve Tasnak komiteleri olayi Avrupa kamuoyuna tasiyip, “Türkler hiristiyanlari katlediyor” propagandasina baslamislardi bile. Bunun üzerine Osmanli hükümeti, içinde Fransiz ve Ingiliz temsilcilerin de bulundugu bir heyeti bölgeye gönderdi. Heyette bulunan Fransa disisleri bakani Gabriel Hanotaux, Mus’taki incelemelerin sonucunda bölgede bir Ermeni sorunu olmadigini; konunun, Berlin Antlasmasi’ni istismar etmek isteyen güçlerin provakasyonundan ibaret oldugunu açiklayan bir rapor yazdi. ISTANBUL AYAKLANMALARI Fransiz temsilcinin aksine Ingiliz Lord Salisbury, Ingilterenin çikarlari dogrultusunda olayi istismar etmeyi sürdürdü. Bölgede yerel meclisler kurulmasi ve bu meclislerde Ermeni temsilcilerin de yer almasi için Bâb-i Âliyi sikistirmaya basladi. II. Abdülhamid Han, bunu kabul etmenin gelecekte daha büyük tavizlere yol açacagi endisesiyle, Ingiliz temsilcinin isteklerini reddetti. Bunun üzerine, Ermeni Patrigi Izmirliyan Istanbul’daki Ermenileri ayaklandirdi. 30 Eylül 1895’de yüzlerce Ermeni Bâb-i Âli’ye dogru yürüyüse geçti. Onlari engellemek isteyen bir subayi öldürdüler. Olaylara asker ve zaptiye müdahale etmek zorunda kaldi. Istanbul on gün boyunca olaylarla sarsildi. Trabzon’daki Ermeniler de Istanbul’daki Ermeniler’i desteklemek için ayaklanma çikarmaya kalkistilar, ama olaylar büyümeden bastirildi. Istanbul’daki ikinci bir hadise de tarihlere “Banka Vakasi” olarak geçti. 26 Agustos 1896 günü Osmanli Bankasi Ermeni tedhisçilerin isgaline ugradi. Patrik Izmirliyan’in görevden alinmasini protesto eden tedhisçiler silahli baskin düzenleyerek bankayi isgal ettiler. Istekleri yerine getirilmedigi taktirde bankayi bombalayacaklari tehdidinde bulundular. Bu arada baska bir grup da ellerinde bombalarla Bâb-i Âli’ye hücum etmis, sadrazam Halil Rifat Pasayi öldürmege çalismislardi. Ermenilerin bu taskinliklarina kizan Istanbul halki da karsi harekete girisince, Istanbul adeta savas alanina döndü. Çok sayida insan yaralandi ve öldü. Isyerleri tahrip edildi. Inzibat kuvvetleri olaylari bastirmakta çok güçlük çektiler. Tedhisçiler emellerine ulas-mislardi. Artik fitnenin tohumu atilmisti. Olaylari kiskirtmak için Avrupa’dan getirilen Tasnak komiteciler bir Fransiz vapuru ile Istanbul’dan uzaklastiriliyorlardi. Olaylardan kisa bir süre sonra Avrupa devletleri, Trosak-Tasnak cemiyetinin yayinlamis oldugu yedi maddelik bir bildiriyi destekledigini açikladi. Bildiride, Ermeniler Dogu Anadolu’da muhtariyet isteklerini dile getiriyorlardi. Istekler Abdülhamid Han tarafindan bir kez daha reddedildi. ABDÜLHAMID HAN’A SUIKAST 21 Temmuz 1905’te Ermeniler isteklerinin önünde önemli bir engel olan ve kendisine “Kizil Sultan” lakabini taktiklari Abdülhamid Han’in öldürülmesi için harekete geçtiler. Tasnak komitesinden Hristofor Mikaeliyan ile kizi Robina ve bir Rus Ermenisi, özel olarak yaptirilmis bir arabanin içine 20 kiloya yakin saatli bomba yerlestirerek Yildiz’daki Hamidiye camisinin kapisina yakin yerde pusu kurdular. Bomba, Abdülhamid Han’in Cuma namazindan çikis saatine ayarlanmisti. Saati dolan bomba patlayinca ortalik savas alanina döndü. 26 kisi öldü, 58 kisi yaralandi. Fakat, patlama esnasinda padisahin camide ªeyhülislam Cemaleddin Efendi ile sohbet ediyor olmasi, Ermeni plânlarini altüst etti. Olayin ardindan yapilan tahkikat korkunç bir tabloyu ortaya çikardi: Bütün kiliseler birer cephanelik haline getirilmislerdi. ADANA OLAYLARI Tarihimizin en aci ihaneti, süphesiz Ittihat ve Terakki Partisi üyelerinin 31 Mart olaylarinin ardindan Abdülhamid Han’i iktidardan uzaklastirmalari oldu. Iktidardaki degisikligi firsat bilen Adana Ermenileri bagimsiz Kilikya Ermenistani’ni kurmak için piskopos Museg’in Avrupadan temin ettigi silahlarla ayaklandilar. Müslüman ahaliyi katletmege basladilar. Adanalilarin bu katliamlara karsi harekete geçmesiyle olaylar kanli çatismalara dönüstü. Piskopos Museg Iskenderiye’ye kaçti ve yine propaganda basladi: “Türkler Ermenileri katlediyor!” Ittihat ve Terakki yönetimi, Adana’da baslattigi tahkikat sonucu Divan-i Harp kurarak 50 Türk ve 3 Ermeni’yi idama mahkum edip, Avrupalilarin gönlünü almaya çalisti. Fakat ne Rusya, ne Ingiltere ve ne de Fransa bu idamlari yeterli bulmadilar. Berlin Antlasmasi’nin 61. maddesinin isletilmesini ve dogu bölgesinde yabanci müfettislerin yapacagi islah çalismalarina izin verilmesini sagladilar. I.Dünya Savasi’nin baslamasi bu tehlikeli uygulamanin faaliyete geçirilmesine engel oldu. TEHCIR KANUNU 31 Ekim 1914’te Rus ordulari Dogu Anadolu’yu isgale basladilar. Bu isgal sirasinda kendilerine en büyük destek ve yardim Ermenilerden geldi. Ermeni tedhisçiler, Kars, Van, Mus, Erzurum gibi sehirlerde kadin-erkek, yasli-çocuk demeden Türkleri katliama tabi tutuyorlardi. Binlerce müslüman dogudan batiya göçüyor; evini, topragini, malini-mülkünü birakip yollara düsüyorlardi. Kimi yollarda ölüyor, kimi gurbette açliga, yoksulluga mahkum oluyordu. Aileler dagiliyor, analar yavrularini, kardesler birbirlerini, kaybediyorlardi. Göç edemeyenler de iskence edilerek katlediliyordu. Istanbul hükümeti, Anadolu’yu teröre bogan bu gelismelere karsi, 24 Nisan’da meshur tehcir kararini aldi. 16-55 yas arasindaki bütün Ermeniler Bagdat demiryolu hattindan en az 25 kilometre uzaga, simdiki Suriye topraklarina göç ettirilecekti. Ingiltere, Fransa ve Rusya’nin emperyalist emelleri, yüzyillarca baris içinde yasamis iki toplumu birbirine düsman etmis, yollarini ayirmisti. Zorunlu göç, Mayis ayinin so-nunda yerel jandarma ve mülki amirlerin kontrolünde basladi. Hükümet yayinladigi emirlerle kimsenin zarar görmemesi için talimat verdi. Fakat yapilan is lojistik imkanlari çok asiyordu. Sonuç, beklendigi gibi olmadi. Çok sayida masum insan yollarda öldü. Osmanli hükümeti mütareke döneminde olaylarda ihmali görülenler hakkinda sorusturma açti. 1397 görevliyi cezalandirip, 40 kisiyi idama mahkum etti. Fakat savas yillarinin acilari içinde alinan bu plânsiz-programsiz uygulamalanin dogurdugu sonuç bir trajediydi. Müsebbipleri Rusya, Fransa ve Ingiltere ve onlarin masalari Tasnak ve Hinçak örgütleriydi. Bati bu trajik olayi hâlâ kasima-ya ve kanatmaya devam ediyor. Bir dönem kullandiklari Tasnak ve Hinçak örgütlerinin yerine daha sonra Asala’yi ve ve baska birçok örgütü kullandilar. Emperyalistler son hareketlerinde daha acimasiz bir senaryo ortaya koyarak, müslüman-hiristiyan çatismasinin yerine Türk-Kürt kardes kavgasi çikarmaya çalistilar. Etnik, mezhep ya da daha baska farkliliklari da tahrik etmeye devam edecekler. Ancak bu oyunlarin tutma-yacagi anlasiliyor. Çünkü Anadolu insani yüzyillara dayanan ortak bir kültüre sahip. Haçli saldirilari, Fransiz, Ingiliz, Italyan ve Rus isgalleri bu ortak kültürün savunmasiyla defedilmisti. Maras’ta, Urfa’da, Antep’te, Erzurum’da, Bitlis’te Van’da, Sarikamis’ta, Çanakkale’de omuz omuza savasan, ortak kaderi paylasan insanlar, bu inançli toplumun üyeleriydiler. Bugün de öyle degil mi? Kaynak: Semerkand dergisi, 04/2002
__________________
mzalar sifirlanmistir, lütfen yeni imzanizi belirleyiniz |
12 February 2008, 16:28 | Mesaj No:19 |
Durumu:
Papatyam No :
145
Üyelik T.:
16 February 2005
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
|
Gerileme devri ve son
SARIKAMIS'I BILIR MISINIZ?
Muzaffer Tasyürek Tarihimiz ihtisamli zaferler kadar facialarla da dolu. Zaferlerimizle övündügümüz kadar, yasadigimiz hezimetlerden de dersler çikarmak zorundayiz. Bunu yapmadigimiz sürece tarih bizim için ne ölçüde anlamli olabilir? Facialardan söz ederken, Sarikamis’i özellikle dikkate almamiz gerekir. Orada, hiç de uzak olmayan bir zamanda 100.000’e yakin yigidimizi karlara gömdük. Üstelik tek kursun atamadan... Üstelik sadece bir hayalperestin kisisel ihtirasi ugruna... Ihtiras... Bu kavrami iyi düsünmeliyiz. Kimi kendi ebediyyetini bu atesle yakip kül ederken, kimileri de koca memleketi harabeye döndürebiliyor. Almanlar, Türkiye’ye giden trenlerin üzerine “Enverland’a (Enver’in Ülkesi’ne) gider” yazmaktadirlar. Kibir ve ihtiras demistik ya! Pasa’nin su ifadelerine bakin: “Beni Napolyon’a benzetmislerdi. Kabul etmem. Çünkü ben ikinci adam olamam.” Tarih, 16 Aralik 1914. Soguk bir kis günü. Talebesi ögretmenini azarlamaktadir: “Hatali davrandiniz! Basarili olamadiniz! Rus ordusu burada yok edilmeliydi. Simdi hemen harekete geçip, Rus ordusunu Sarikamis’ta yok edeceksiniz!” Cephelerin ve harp okulunun emektar komutani Hasan Izzet Pasa, küstahlasan ögrencisine pervasizca cevap verir: “Olmaz! Havalari görüyorsunuz. Her yerde kar var. Karakis baslamistir. Bu sartlar altinda, bu mevsimde harekât bir faciaya dönüsebilir. Kis siddetini kaybetsin, yollar açilsin, düsmana haddini bildiririz.” Her verdigi emrin hemen yerine getirilmesine aliskin padisah damadi ve ordularin baskomutan vekili 34 yasindaki Enver Pasa, asabileserek su tehdidi savurur: “Eger hocam olmasaydiniz, sizi idam ettirirdim!” Bir facianin esiginde, Hasan Izzet Pasa istifa ederek ordudaki görevinden ayrilir. Çöl atesinden Köprüköy ayazina Çok geçmeden, tarihler 21 araligi gösterirken, tarihe “Sarikamis Faciasi” olarak geçen harekât baslatilir. 125 bine yakin iman abidesi insan, kis kiyamette paltosuz, postalsiz, gömlekle, çarikla cehennemî tipinin ortasina sürülürler. O günlere sahit olan bir askerin mektubu, facianin küçük bir boyutunu günümüze söyle tasir: “Bu yaz, iki alayimizla Yemen’den buraya naklonulduk. Yola koyulmamizdan dört ay sonra buraya ulastik ki, Arabistan’in cehennemî sicagi Köprüköy’deki ayaz yaninda nimet-i ilâhi imis. Burada çadirin perdesi buza kesmis oglak kulagi gibi kirilmakta ve kopmakta. Bölük kumandanim, beni sihhiyeye nakletmis ise de, tabip ve ilaç yoklugundan çaresiz kalip tekraren takimima döndüm. Aksam yaklasinca Köprüköy’e civar daglardan tipi bosanir. Kumandanimiz, gelecek cuma Baskumandan Enver Pasa Hazretleri’nin teftis ve hücum için gelecegini müjdeledi. O gelinceye kadar da yün içlik, çorap ve paltolarin verilecegini ve Yemen yazliklarini atacagimizi müjdeledi. Allah, devlete ve millete zeval vermesin. Baskumamandan Pasa Hazretleri’nin gelmesi ile, Moskof’un kahrolacagindan ve kâfirin, karsimizdaki tepelerde geceleri seyrettigimiz ocakli ve mutfakli karargâhlarini ele geçirecegimizden subaylarimiz çok emin. Safak söktügünde 2059 rakimli Kizkulagi Tepesi’nden Moskof obüs yagdirir ama sükrolsun, zafer bizim olacak. Gece bastirdiginda, tepelerdeki Moskof ocaklarinin atesi gözlerimizdeki ayazi tandir közüne tebdil eyler. Baskumandan Pasa Hazretleri acele gelse ki, atese kavussak...” Igdirli Ali Çavus yazlik giysiler içerisinde titreye titreye bu mektubu yazip Istanbul’dan gelecek olan kislik giysileri beklerken, Karadeniz’de baska bir facia yasaniyordu. Ruslar Osmanli ordusuna erzak, mühimmat ve giyecek getirmekte olan gemileri sulara gömmüslerdi. Bu durumu askere bildirmeyen Enver Pasa, ihtiraslarina maglup olarak bütün birliklere su mesaji çeker: “Askerler! Hepinizi ziyaret ettim. Ayaginizda çarik, sirtinizda paltonuz olmadigini gördüm. Lâkin karsinizdaki düsman sizden korkuyor. Yakin zamanda Kafkasya’ya girecegiz. Orada her türlü nimete kavusacaksiniz. Islâm Alemi’nin bütün ümidi sizsiniz.” Böylece “Turan Fatihi”, “Sarikamis Fatihi” olma ugruna, binlerce insan dehsetli bir can pazarina sürülür. ‘Üç beyinsizin ugruna üç milyon halk’ Koca bir cihan devleti olan Osmanli, sahsi ihtiraslar ugruna böylesine yanlis kararlarla askeri harekâta girme asamasina nasil gelmisti? Sultan Abdülhamid Han’in bir entrika sonucunda darbe ile tahtindan uzaklastiran Ittihatçilar, 1914 yazinda Avrupa’da esmeye baslayan savas rüzgarlarinda Almanlarin yaninda yer alirlar. Sultan Abdülhamit Han’in Avrupa’da yillarca emek vererek sagladigi dengeler bir anda alt üst olur ve Ingiltere ve Fransa’nin sömürgecilik yarisindan pay kapmak isteyen Almanya’nin aleti oluruz. Almanlar, Fransiz ve Ingilizlerin yaninda yer alan Ruslara karsi Osmanli askerini kullanarak bati cephesinde rahatlamanin plânlarini yapmaktadirlar. Bunun için Kayser’in “Alman ordusuna eklenen bir süngü” olarak tasvir ettigi Osmanli neferleri kullanilir. Sömürgecilik yarisinda hiçbir çikari olmayan Osmanli, felaketlerle sonuçlanacak olan bir macereya sürüklenmektedir. Darbe ile iktidara gelmis, ayak oyunlariyla rütbe almis ittihatçi subaylar, milletin gelecegini, refahini, kalkinmasini degil, gazete sayfalarina kahraman olarak geçmeyi düsünüyorlardi. Hiç yoktan girilen Birinci Cihan Harbinde, 1 Kasim 1914’te Kafkas Cephesi açilir ve Ruslar Dogu Anadolu’ya girerler. Ziya Gökalp’in “melekler bu milletin kurtulacagini ona fisildarlar” diye yücelttigi “hürriyet kahramani” Enver Pasa’nin halkin dini duygularini galeyana getiren beyannamesi ile Seyhülislam’in mukaddes cihad fetvasi yayinlanir. Ziya Gökalp’in “turancilik” fikriyle yazdigi siirler üniversite gençliginin slogani olmustur: “Düsman ülkesi viran olacak Türkiye büyüyüp Turan olacak!” Ama Türkiye büyümek bir yana gün geçtikçe erimekte, küçülmekte ve parça parça koparilmaktadir. Devlet-i Ebed Müddet’ten Enverland’a “Turan Fatihi” olmanin hayallerini kuran Baskumandan vekili Enver Pasa (baskumandan pasidahtir), padisah damadi olarak birçok yetkiyi elinde tutmaktadir. Padisahin bir çok seyden haberi bile olmamaktadir. Enver Pasa, verdigi harekât emrinde hedef olarak Tahran ve Aksabat’i gösterir. Tahran harekat merkezine 1350 km. Askabat ise 2000 km. uzakliktadir. Almanlar, Türkiye’ye giden trenlerin üzerine “Enverland’a (Enver’in Ülkesi’ne) gider” yazmaktadirlar. Kibir ve ihtiras demistik ya! Pasa’nin su ifadelerine bakin: “Beni Napolyon’a benzetmislerrdi. Kabul etmem. Çünkü ben ikinci adam olamam.” Etrafinda bulunan subaylar da ihtiras ve hayalcilikte ondan geri kalmiyorlardi. Çetecilikleriyle meshur Dr. Bahaeddin Sakir ve arkadaslari Erzurum’a gelirlerken, yol kavsaklarina “Turan’a buradan gidilir!” diye isaret levhalari koyuyorlardi. Alman Von der Goltz Pasa bunlar için söyle demisti. “Kafkasya’da maalesef Napolyon Bonapart oldugunu iddia eden ve cahil yetisen birçok adam vardir. Bunlar, ordularina güçleriyle bagdasmayan görevler vermislerdir ve bu yüzden ordularini büyük zarara ugratmislardir.” Zararin asil sorumlularindan biri, ihtirasta Enver’den geri kalmayan Hafiz Hakki’ydi. Bu adam hiçbir arazi arastirmasi yapmadan Enver Pasa’nin ihtiraslarini kamçilayacak su telgrafi çekmisti: “Daglar üzerindeki yollari kesfettim. Bu mevsimde bu yollardan hareketin mümkün olduguna inandim. Buradaki kolordu ve ordu komutanlari yeterli ölçüde inançli ve kararli olmadiklarindan böyle bir saldiriya samimiyetle taraftar olmuyorlar. Bu saldiri vazifesi rütbem düzeltilerek bana verilirse ben bu isi yaparim.” Enver Pasa, Hocasi Hasan Izzet Pasa’yi azlederek görevi sekiz gün önce yarbayliktan albayliga terfi eden Hafiz Hakki Pasa’ya verdi. Hafiz Hakki Pasa artik tümen komutani olmustu ama gözü ordu komutanligindaydi. Niçin olmasindi? Orduyu politikalarina alet eden bu darbecilerin basi Enver, 18 gün içinde yarbayliktan pasaliga yükselmemis miydi? Bunun yani sira harbiye naziri (savunma bakani) olmamis miydi? Ondan neyi eksikti? Politika ile rütbe alan bu komutanlar arazi ve yol incelemesini yanlis yapmis ve sonuçta “tekerlekli araçlarin geçmesine uygundur” raporu verilen yollardan askerler yaya zor geçmislerdi. Tekerlekli araçlar ve kisitli mühimmat karlara saplanip kalmis, tek tek birerli siralarla yürüyen askerler, güçleri tükenmis, hasta ve mecalsiz olarak Ruslarin karsisina dikilmisler çogu kursun bile atamadan donarak ölüp gitmislerdi. Kardan heykeller 22 aralikta Enver Pasa’nin emriyle 120-125 bin civarinda Osmanli askeri dondurucu soguga ragmen yollara sürülmüstü. Bölge çogu senenin dört ayi boyunca karlarla örtülüydü. Kar yükseklikleri kimi yerlerde bir metreyi geçiyordu. Zemheriler diye bilinen en soguk günlerdi. Sifirin altinda kirk dereceye düsen soguk, düsmandan daha düsmandir. Yapilan harekât plânina göre 9. Kolordu Sarikamis Daglari’ni, 10. Kolordu ise Allahuekber Daglari’ni asarak Ruslari Sarikamis’ta kusatip imha edecekti. Gündüz baslayan yürüyüste çariklari yumusayan askerlerin çariklari gece donmaya, bir mengene gibi ayaklarini sikmaya baslar. Adim atmak neredeyse imkansizdir. Askerler oldugu yerde ziplar, atlar, kendini karlarin içine vurur ve ayaktan baslayan donma yavas yavas tüm vücuda yayilir. Düseni kaldirmamak için emir vardir. Zaten kimsede de kimseyi kaldiracak güç kalmamistir. Neferler ordunun isaret taslari gibi yollara dizilirler. Kimi çömelmis, kimi oturmus, kimi yuvarlanmis, kimi bir agacin gövdesine dayanmis kardan heykellere dönüsürler. 90.000 sehit. Tek kursun atmadan... O yil kurtlar insan etine doyar. Birçok cesedin gözlerini kuslar oymustur. Arkadan gelenler, gördükleri korkunç manzara karsisinda moralmen yikilmaktadir. Ayrica açlik da son haddine ulasmistir. Onbes saatlik yürüyüsün sonunda, 16.300 kisilik 30. tümenden geriye 1.400 asker kalir. Ölenler, düsmana karsi tek bir mermi atamamislardir. Diger birliklerin de bunlardan farki yoktur. Kayiplarin sayisi, en iyimser rakamla 70 bin kisidir. Bazi kaynaklarda bu sayi 90 bin kisiye kadar ulasir. Sonuçta, sadece bir gecede binlerce asker beyaz karlarin üzerine cansiz serpilmisti. Kalanlar ise açlikla, bitlerle, tifüsle, sogukalginligi ve kangrenle ugrasiyorlardi. Tarih ne böyle bir faciayi yazmis, ne de görmüstü. Oysa Istanbul’a çekilen telgraflarda inanilmaz ifadeler vardir: “Kafkasya daglari ve tepeleri beyaz bir örtüyle örtülüdür. Kar hemen hemen bir metreyi geçmistir. Harekâttaki sessizlik bundandir. Kahraman askerlerimizde ilerleme istegi o kadar çoktur ki, ellerinden gelse soluklariyla karlari eritip yol açacaklardir. Kari daha az olan kesimlerde kahramanlarimiz basarilar elde ediyorlar. Dün süngü saldirisiyla düsmandan iki mevzi ele geçirilmistir.” Enver Pasa inadindan dönmedi. Son bir gayretle Sarikamis’a yüklenmek istiyordu. Acimasiz emrini verdi: “Saldiri sirasinda her üst, bir adim geri atani derhal tabancasi ile öldürecektir.” Askerler, bu durum karsisinda dillerinde kelime-i sehadet ile bir kere daha bile bile ölüme yürümeye basladi. Sonuçta Sarikamis’a ancak bir avuç kahraman ulasabildi. O da geçici bir süre için. ‘Onlari teslim alamadim. Çünkü...’ Rus Kurmay Baskani Pietroroviç, anilarinda Sarikamis’a kavusan o bir avuç kahramani söyle anlatacaktir: “Ilk sirada diz çökmüs bes kahraman. Omuz çukurlarina yasladiklari mavzerleri ile nisan almislar. Tetige asilmak üzereler. Ama asilamamislar. Kaput yakalari, Allah’in rahmetini o civan delikanlilarin yüreklerine akitabilmek istercesine semaya dikilmis, kaskati... Hele biyiklari, hele hele biyiklari ve sakallari! Her biri birer fütuhat oku gibi çelik misal. Ya gözler?.. Dinmis olmasina ragmen su kahredici tipinin bile örtüp kapatamadigi gözleri!.. Apaçik!.. Tabiata da, baskumandana da, karsisindaki düsmana da isyan eden ama Allah’ina teslimiyetle bakan gözler... Açik, vallahi apaçik!.. Ikinci sirada öyle bir manzara ki, hiçbir heykeltras benzerini yapmayi basaramamistir. O ürkütücü ayaza ragmen, saglarinda fisekleri debelenerek üzerlerinden atmaya tenezzül etmemis iki katirin yaninda baslari semaya dönük, alti masal güzeli Mehmed... Sandiklari bir avuçlamislar ki, hayati biz ancak böyle bir hirsla avuçlayivermisizdir. Öylesine kaskati kesilmisler. Ve sag basta binbasi Mustafa Nihat. Ayakta... Yarabbi, bu bir ayakta durustur ki, karsisinda düsmani da, kâfiri de, lanetlisi de Allah’in huzurunda diz çöküs halinde gibi. Endami, düsmani dize getiren bir tekbir velvelesi gibi. Belinde, fiseklerinin yuvalarini tipi ile kapatmaya bütün gece düsen kar bile razi olmamis. Sol eli boynundaki dürbünü kavramis. Havada donmus, Kale sancagi gibi... Diger eli belli ki, semaya uzanip rahmet dilerken öylesine taslasmis. Hayrettir, basi açik. Gür erkek kömür karasi saçlari beyaza bulanmis...” Ve Moskova’daki askeri müzede sergilenen bu satirlarin sonu söyle biter: “Allahuekber Daglari’ndaki Türk müfrezesini esir alamadim. Bizden çok evvel Allah’larina teslim olmuslardi. 24.12.1914 Persembe.” Ve bitisimizin itirafini olayin bas sorumlularindan Hafiz Hakki Pasa, baskumandan vekiline su sözlerle özetler: “Bitti pasam, ordumuzun kism-i küllisi mahvoldu.” Enver Pasa hiçbir sey olmamis gibi Istanbul’a döner. Arkasinda binlerce kefensiz kar çiçegi birakarak... Basini ele geçirmis bu darbeci güruh siki bir sansür uygulayarak halkin Sarikamis cephesinde olup biteni ögrenmesine engel olurlar. Faciayla ilgili bilgiler Ruslar vasitasiyla Avrupa ve Dünya’ya yayilir ama hersey için artik çok geçtir. Bir sohbet sirasinda Harbiye Nezareti Ordu Daire Baskani Behiç Bey’e bu facia için Enver Pasa söyle der: “Bunlar nasil olsa birgün ölecek degiller miydi!” Birinci Cihan Harbi’nin alevleri, Sarikamis’tan Çanakkale’ye, Galiçya’dan Trablusgarp’a kadar binlerce kilometre karede müslüman kaninin ihtiraslar ugruna akmasina sebep olur. Ve Akif gözyaslari içinde söyle inler: “Gitme ey yolcu beraber oturup aglasalim, Elemim bir yüregin payi degil, paylasalim. Karsimda vatan namina bir kabristan yatiyor!” Ihtiras demistik ya! Bazilarinin ihtirasi sadece kendilerini degil, milyonlarca vatan evladini ve tarihin gördügü en ihtisamli cihan devletlerinin birini yakabiliyor. Kaynak: Semerkand dergisi, 12/2000
__________________
mzalar sifirlanmistir, lütfen yeni imzanizi belirleyiniz |
12 February 2008, 16:29 | Mesaj No:20 |
Durumu:
Papatyam No :
145
Üyelik T.:
16 February 2005
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
|
Gerileme devri ve son
Fransıza Vurulan Tokat: AKKA ZAFERİ
Muzaffer Taşyürek “Akka’da durdurulmasaydım, bütün Doğu’yu ele geçirebilirdim!..” Bu söz, Fransızlar’ın ünlü başkomutanı ve tarihin en önemli şahsiyetlerinden bir kabul edilen Napolyan’a ait. 1798 yılında Mısır’ın işgaliyle başlayan Fransız istila programı başarıya ulaşsaydı, kim bilir nerede nihayet bulacaktı. Başarıya ulaşsaydı diyoruz, çünkü Napolyon’un Doğu hakimiyeti hayali küçük bir Osmanlı kasabası önünde yok olup gitti. Bugün İsrail sınırları içinde bulunan Akka kasabası önünde. Kasabayı savunan komutan yetmişlik bir ihtiyar: Cezzar Ahmed Paşa. Ve Batılı tarihçilerin söz etmekten pek hoşlanmadığı bir hezimet. Sahi, Napolyon’u bilmeyen yok. Ama Cezzar Ahmed Paşa ismini kaç kişi biliyor? “Ey Mısır halkı! Ben buraya sizin haklarınızı korumak ve o hakları ihlâl edenleri cezalandırmak için geldim. Allah’a, onun Peygamberine ve Kur’an’a olan saygım Memlûkler’inkinden fazladır. Biz tüm müslümanların dostuyuz. Müslümanlara karşı savaş açılmasını isteyen Papa’yı mahvetmedik mi? Yüzyıllar boyunca (Allah razı olsun) Padişah Hazretleri’yle dost, onun düşmanlarıyla düşman olmadık mı? Herkes padişahım çok yaşa diye bağırsın! Onun müttefiki olan Fransız ordusu da çok yaşasın! Memlûkler’e lânet olsun! Halka mutluluk gelsin!” Bu sözler Napolyon imzasıyla Arapça yazılı olarak, Fransızların 21 Temmuz 1798’de Kahire’ye girmesinden sonra her köy ve kasaba duvarına asılan bildirilerde yer alıyordu. Sinsilik ve ikiyüzlüğün yeni bir örneği olan bildiride, güya Fransız ordusu Memlûk Beyleri’nin nüfuzunu sona erdirmek maksadıyla gelmişti. Fransızlar güya halis müslüman ve İslâm padişahının halis dostu idiler. Güya Allah’ın evladı ve ortağı bulunmadığına inanıyarlardı. Hristiyanlığın teslis akidesine ters düşen bu son ifade, müslümanların dini hislerini istismar yolunda, ne derece yalana baş vurulduğunu göstermekteydi. Kimdi bu Fransızların iki yüzlü ve sinsi politikasının son mimarı Napolyon? İhtiras ve Kurnazlık Fransa’nın genç yaşta general olan bu ihtilalci subayı, aslen İtalyan’dı. 24 yaşında yüzbaşılıktan generalliğe yükselmişti. 27 yaşında orgeneral rütbesiyle Alman ordularını yenince şöhreti dünyaya yayıldı. Avrupa’nın Sezar’dan sonra yetiştirdiği en büyük komutanı olarak kabul edilen Napolyon, “dünya imparatorluğunu merkezi” dediği İstanbul’a gelerek Osmanlı ordusunda görev almak istemiş, fakat bu arzusuna kavuşamamıştı. Bu amaç için pasaportu bile hazırlanan Napolyon, kardeşi Josef’e, “istersem hükümet beni Osmanlı’ya iyi bir maaş ve parlak bir sefir rütbesiyle göndermeye hazır. Orada büyük Osmanlı’nın topçularını düzenlemek benim görevim olabilir.” diye yazmıştı. Bu ilginin altında yatan, tabii ki öncelikle Fransız çıkarlarıydı. Akdeniz ve Ortadoğu’da İngiltere ve Rusya’nın güçlenmesini önlemek, bilhassa Mısır üzerinden Hindistan sularında stratejik üstünlüğünü artırmak isteyen İngilizler’e engel olmak. Böylece Fransa’nın ekonomik, siyasi ve askeri çıkarları korunacaktı. Fransa’nın gözü Mısır’da idi. Fransız hükümetleri Ortadoğu’ya hakimiyetin Mısır’da kurulacak bir koloni ile gerçekleşeceğinin farkında olarak, uygun ortam kolluyorlardı. Osmanlı yönetiminde görülen bozukluklar, idarenin Mısır halkını ve Memlûk beylerini küstürmeleri bu fırsatı doğurmuş gibiydi. Devrin padişahı III. Selim, Nizam-ı Cedid adında yeni bir ordu kurmakla meşguldü. Bu yeni ordu Avrupa’dan getirilen askeri uzmanlara kurduruluyordu. Padişah Avrupa’daki bazı yenilikleri ülkesine taşımak istiyordu. Islahat Lâyihaları olarak anılan yenileşme raporları da hazırlatmıştı. Fakat bu raporları hazırlayan devlet adamları toplumda ve kurumlarda tam anlamıyla incelemeler yapmadan, toplumun ve devletin gerçekleriyle örtüşmeyen raporlarla sadece göz boyuyorlardı. Osmanlı, kendisini tarihe gömmek isteyen Batı’dan batılı reçeteler ithal ederek sosyal ve toplumsal yaralarına çareler aramaya başlamıştı. 19 Mayıs 1798’de Tolon limanından ayrılan Fransız donanmasının hedefi son derece gizli tutulmuştu. Osmanlı idaresi Fransız donanmasının bu ani hareketi karşısında Mora, Girit ve Kıbrıs’ı tahkim etti. Mısır hiç akla gelmeyen hedefti. Ne zaman ki 450 parçalık donanmayla 60 bin kişilik Fransız ordusu İskenderiye önlerinde göründü, gerçek o vakit anlaşıldı. Ama iş işten geçmişti. Napolyon Mısır topraklarına ayak bastığında siyasi kurnazlığını göstererek, Türkleri hedef almadan, İstanbul yönetimine kırgın ve hatta kafa tutan Memlûk Beyleri’ne yöneldi. Böl-parçala-yut taktiği uyguluyordu. Önce İskenderiye sonra Kahire’yi ele geçirdi. Kurduğu sivil yönetim, iyi hükümetin bir örneğini oluşturuyordu. Mısır’da yüzyıllardan beri bu kadar iyi yönetim görülmüş değildi. Savaşa rağmen, sulama projelerine başlandı, yeni değirmenler, hastahaneler yapıldı, piyasalarda durum düzeldi ve vergi toplanması iyileştirildi. İyi niyetli bir padişahın İstanbul’dan yararlı görebileceği her reform, Kahire Fatihi’nin imzasını taşıyan emirlerde uygulanıyordu. Minareleri bayrak direği diye kullanma saygısızlığı dışında, Napolyon dindar müslümanları memnun etmek için her türlü çabayı gösteriyordu. Ulema’ya İslâm öğretilerine büyük saygı duyduğunu söyledi, kendisinin de din değiştirmeğe istekli olabileceğini ima ediyordu. Fransızlar’ın girdiği her köy ve kasabaya Arapça olarak özgürlüğe kavuşmanın ne kadar önemli olduğunu vurgulayan bildiriler asılıyordu. Maskenin Altındaki Yüz İstanbul, Memlûk Beyleri’nin haddinin bildirilmesine memnun olmakla beraber olayları kaygıyla izliyordu. Kafasına “Doğunun İmparatoru” olma hedefini koymuş bu genç subayın ihtiraslarının önü kesilmeliydi. Mısır harekatını başlattığında Piramitler’in önünde mağrur bir eda ile askerine “Burada dörtbin yıllık tarih sizi seyrediyor.” diye hitap eden, Avrupa’nın en büyük birleşik kuvvetlerini birkaç saatte bozan kumandan Mısır’a ilk ayak bastığı günlerde izlediği hoşgörü politikasını bırakarak asıl yüzünü ortaya çıkartıp, Gazze’ye oradan da Filistin’e doğru ilerlemeye başladı. Yafa’yı ele geçiren Napolyon, şehirdeki on bin kadar asker ve sivili kılıçtan geçirdi. Amacı bu hareketiyle Filistin, Lübnan ve Suriye üzerinde tesir kan ve şiddetle psikolojik bir tesir oluşturmak ve kısa zamanda bu topraklara hakim olmaktı. Ama tam tersi bir durum doğdu. Akıttığı kan Napolyon’un sağlamış olduğu kısa süreli olumlu izleri bir anda sildi. Napolyon 19 martta, Filistin’in kuzeyinde çok stratejik bir konumu olan Akka Kalesi önüne geldi. Napolyon’un Akka muhasarası 18 Mart Pazartesi günü başladı. Filistin’in kuzeyinde küçük bir liman olan Akka, padişah tarafından vezirlik rütbesi de verilmiş olan Cezzar Ahmed Paşa adlı yetmişlik bir komutan tarafından müdafaa edilmektedir ve bu ihtiyar vezir, hayatının elli yılından fazlasını savaş meydanlarında geçirmiştir. Bir İhtiyarla Savaşmak Mısır ve Filistin’i kolaylıkla zapteden Napolyon, Akka Kalesi’nin de bir-iki gün içinde düşeceğini hayal etmiş ve Cezzar Ahmed Paşa’ya şu mektubu yazmıştı: “İşte kalenin duvarları önüne geldim. Bir ihtiyarın geri kalmış birkaç günlük ömrünü almak bana birşey kazandırmaz. Seninle savaşmak istemiyorum. Benimle dost ol ve kaleyi teslim et!..” Cezzar Ahmed Paşa’nın bu mektuba verdiği cevap şudur: “Hamdolsun gücümüz yetiyor ve elimiz silah tutuyor. Geri kalmış birkaç günlük ömrümüzü de, küffar ile cenklerde geçiririz!” Ünlü Fransız generali Paşa’nın bu cevabını okuyunca etrafındakilere: “Anlaşıldı, bu ihtiyar bizim birkaç günümüzü heba edecek ama merak etmeyin, iki gün sonra şehrin ortasındayız.” demiş ve bu hayal ile 19 mart günü savaş başlamıştır. Napolyon’un Akka muhasarası tam altmışdört gün devam eder. Her gün biraz daha artan baskı hiç bir netice vermez, Fransızlar’ın her hücumu püskürtülür ve ağır kayıplar verdirilir. Yenilmez ünvanı taşıyan Napolyon, kale müdafilerinin akıllara durgunluk veren kahramanlığı karşısında şaşırıp kalmıştır. İki gün içinde şehrin ortasında olacağı hayaliyle saldırıya girişen mağrur general, ummadığı bu durum karşısında yeni bir arayışla yüksek rütbeli bir subayını kaleye gönderir ve direnmenin netice vermeyeceğini, şehir teslim edilirse Paşa’nın ordusu ve ağırlıklarıyla beraber istediği yere gitmesine güya müsaade edeceğini bildirir. Ama Cezzar Ahmed Paşa’dan aldığı cevap şudur: “Devlet bizi bu kaleyi teslim etmek için vezir yapmadı. Ben Cezzar Ahmed Paşa, şehitlik mertebesine ulaşmadan bir karış toprak vermem!..” Paşa’nın bu cevabı Napolyon’u çileden çıkarır. Yaptığı yeni planlarla topçularına gece-gündüz Akka Kalesi’ni dövdürür. Ne var ki, açılan gediklerden şehre girebilenler Osmanlı süngüsü ile yok edilirler. Bu müthiş hezimetle “kader beni bir ihtiyarın oyuncağı yaptı!” diye avaz avaz haykıran yenilmez ünvanlı Napolyon, gece bile meşaleler ışığında Akka’ya hücum eder. Cezzar Ahmed Paşa ise, askerlerinin başında bir delikanlı gibi kılıç sallamakta ve saldırganlara göz açtırmamaktadır. Akka kuşatmasında ordusunun yarısını kaybeden Napolyon, nihayet 21 Mayıs’ta geri çekilmeye karar verir ve ağırlıklarını kumlara gömüp, Kahire’ye geri döner. Hayalden Kabusa Cezzar Ahmed Paşa’nın karşısında hayatının ilk yenilgisini yaşayan Napolyon o acıyla Kahire’ye doğru çekilirken, işgal altında tuttuğu Mısır’da da işler umduğu gibi gitmemektedir. Mısır halkının gösterdiği infialle otoritesi sarsılmaya başlayınca, ağız değiştirerek gerçek yüzünü orada da göstermeye başlamıştır. İlk geldiğinde Osmanlı idaresine muhalif Memlûk Beyleri için söylediği sözleri Osmanlılar için de söylemeye başlar ve halkı ayaklanmaya teşvik etmeye çalışır. Fakat Mısır’ın perişanlığından Osmanlılar’ı sorumlu tutmaya çalışan bu propagandalar için artık çok geçtir. Padişah’ın “kâfir vahşilere” karşı ilan ettiği cihad fermanı etkisini gösterir. 21 Ekim günü Kahire’de büyük bir isyan patlak verir ve ikibin Fransız askeri öldürülür. Napolyon, 25 Temmuz 1799’de iki gemiyle gizlice Mısır’dan kaçarken, ordusunu Mısır’da bırakmış bir başkomutan olarak ve hayatını en büyük dersini Osmanlı’dan almış olarak acılar içindedir. Tarih, Napolyon Bonapart’ın şu sözünü kaydediyor: “Akka’da durdurulmasaydım, bütün Doğu’yu ele geçirebilirdim!..” Napolyon bir daha Osmanlılar’a karşı savaşmadı. Padişah III. Selim ise bu savaştan sonra Fransızlar’a karşı dirayetli politikalar geliştirmeye çalıştı ise de, artık saraya kadar giren batıcılık hastalığı ile bu siyasetini sürdüremedi. 1802’de Fransızlarla dostluk anlaşmaları yenilendi. İşin daha da garibi, Napolyon yazdığı mektuplarla Osmanlı politikalarında belirleyici olmaya çalıştı. Bir mektubunda özetle şöyle diyordu: “Büyük Osmanlı soyundan gelen, dünyanın en büyük imparatorluklarından birinin başında bulunan siz, devleti şahsen yönetmiyor musunuz? Ruslar’ın size emir vermesine nasıl izin veriyorsunuz? Kendi çıkarlarınızı gözünüz görmüyor mu? Harekete geç ve seni destekleyenleri harekete geçir Selim!.. ” Osmanlı’nın kurtlar sofrası olan emperyalist politikalar karşısındaki konumuna ışık tutan bu ilişkiler, Devlet-i Aliye’nin çöküşünün de ipuçlarını vermiyor mu? Güçsüz ve ufuksuz politikalar, parlak zaferleri arkasına alsa da sonuçta hezimetle noktalanıyor. Dün böyleydi, bugün ondan farklı değil. Kaynak: Semerkand dergisi
__________________
mzalar sifirlanmistir, lütfen yeni imzanizi belirleyiniz |
Bookmarks |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
Benzer Konular | ||||
Konu Başlıkları | Konuyu Başlatan | Papatyam Forum Ana Kategori Başlıkları |
Cevaplar | Son Mesajlar |
Lale Devri 1718-1730 | PESTEMAL | Osmanlı Tarihi | 0 | 08 February 2009 13:32 |
Duraklama Devri | PESTEMAL | Osmanlı Tarihi | 4 | 12 February 2008 16:09 |
Yükselme Devri | PESTEMAL | Osmanlı Tarihi | 103 | 12 February 2008 14:23 |
Fetret Devri | PESTEMAL | Osmanlı Tarihi | 11 | 12 February 2008 13:38 |
Lale Devri... | Papatyam | Şiir Bahçesi | 4 | 20 April 2006 17:26 |
Tefekküre Davet Köşesi |
|
Papatyam Sosyal Medya Guruplarımıza Katılın |