25 February 2008, 11:21 | Mesaj No:11 |
Durumu:
Papatyam No :
145
Üyelik T.:
16 February 2005
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
|
Osmanli da devlet yönetimi
Topkapi Sarayi'nda ikinci avlunun solunda Divân-i Hümâyunun arka kisminda yer alan Harem-i Hümâyun, genellikle Haliç'e nâzir çesitli sofalar, koridorlar, daireler, odalar, çesmeler ve hizmet binalarindan meydana gelmekte idi. Buralarin üzerleri kubbeler ve tonozlarla örtülüydü. Duvarlari en degerli çini ve mermerlerle kapli oldugu gibi en güzel kitâbe ve yazilarla da süslü idi. Gerek mimarî form, gerekse bezemeleri açisindan yüzyillari burada iç içe ve yan yana görmek mümkündür. Harem, Osmanli padisahlarinin hususi evi konumunda olan binalar manzûmesidir. Islâm dünyasinda eskiden beri yaygin olarak bilinen bir terim olarak harem, saraylarin ve büyükçe evlerin sadece hanimlara tahsis edilen bölümü ve selamligin mukabili olarak kullanilmistir. Topkapi Sarayi da Osmanli padisahlarinin sarayi oldugundan, padisahin aile efradi ve onlara hizmet eden kadinlara tahsis edilmis bölümüne Harem-i Hümâyun denilmistir. Haremin (aile) reisi ve efendisi padisah olduguna göre buradaki hiyerarsi ile mevcud binalarin konumu, tefrisi, mesafeleri hep hünkâr dairesi esas alinarak belirleniyordu. Böylece vâlide sultan, hasekiler (kadin efendiler), sehzâdeler, padisah kizlari (sultanlar), ustalar, kalfalar ve câriyelerin daireleri belirli bir tertip içerisinde yer aliyorlardi. Harem halkini, padisah, vâlide sultan, padisah hanimlari, sultanlar ve sehzâdeler gibi haremde hizmet edilenler ile ustalar, kalfalar, câriyeler seklinde hizmet edenler olmak üzere iki grupta degerlendirmek mümkündür. AK VE KARA HADIM AGALARI "Aga-i Bâbu's-Saâde" denilen kapi agasi, hadim ak agalarindan olup yeni sarayin bas nâziri, ve "Bâbu's-Saâde"nin âmiri idi. Baska bir ifade ile bunlar, Osmanli sarayinin "Bâbu's-Saâde" denilen kapisini muhafaza ile vazifeliydiler. XVI. asrin sonlarina kadar sarayin en nüfuzlu agasi Bâbu's-Saâde veya Kapi agasi idi. Atâ tarihinde belirtildigine göre Kapi agaligi ile Hazinedar basilik, Saray agaligi ve kilerci basilik, Sultan Ikinci Murad zamaninda ihdas edilmislerdi. Kapi agasi, Harem'in en büyük zâbiti durumunda idi. Kapi agasinin emrindeki Ak hadimlar, sarayin kapisini muhafaza etmekte olup sayilari otuz civarinda idi. Kara hadim agalari ise kadinlarin bulundugu harem kisminda vazife görüyorlardi. Kara hadimlarin en büyük âmirine "Dâru's-Saâde Agasi" veya "Kizlar Agasi" denirdi. Bunlar harem kisminda bulunduklari için kendilerine "Harem Agasi" da deniyordu. BIRÛN ERKÂNI Osmanli sarayinin dis hizmetlerine bakan ve sarayda yatip kalkma mecburiyetinde olmayip disarida evleri bulunan kimselerdir. Bunlar, padisah hocasi, hekimbasi, cerrahbasi, göz hekimi, hünkâr imami gibi ulemâ sinifindan olanlarla sehremini, matbah-i âmire emini, darphâne emini ve arpa emini gibi mülkiyeden olan sivil vazife sahipleri idi. Bunlardan baska sarayin Enderûn disindaki hizmet erbabindan olup emir-i alem, kapicilar kethüdasi, çavusbasi, mirahur, bostanci ve bunlarin maiyetinde bulunan memurlar da "Bîrûn" erkâni içinde yer aliyorlardi. Bîrûn'da hizmet eden ilmiye sinifi ile "Agayan-i Bîrûn" yani dis agalari denilen agalar, sarayin Harem ile Enderûn kisminin haricindeki yer ve dairelerde oturup islerini görürlerdi. Aksam olunca da evlerine giderlerdi. Bunlar, Enderûn agalari gibi sIkI bir disipline tabi olmadiklari gibi sarayda yatip kalkma mecburiyetleri de yoktu. Bunlardan isteyenler sakal da birakabilirlerdi. Bîrûn teskilâtinin bütün tayinleri, sadr-i azam tarafindan yaptirdi. Kaynak: Osmanli tarihi
__________________
mzalar sifirlanmistir, lütfen yeni imzanizi belirleyiniz |
25 February 2008, 11:39 | Mesaj No:12 |
Durumu:
Papatyam No :
882
Üyelik T.:
23 May 2006
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
|
Osmanli da devlet yönetimi
Osmanlı Hoşgörüsü
Can çekişen bir imparatorluktan cılız gayretlerle cılız devletcikler çıkaran ve bunu, kendilerince büyük başarı sayanlar tarihin karşısında, çoğu kez, yalancı durumuna düşüyorlar. Çünkü aynı zamanda, kendilerine bir tarih yaratma çabası içinde oluyorlar ve bunun için de tarihi çarpıtmak, bazı kavramları yanlış kullanmak gibi zincirleme hatalar işliyorlar. Dünyanın en uzun ömürlü imparatorluğunun, Rusya, İngiltere gibi devletlerin gayretleri ve kendi iç çekişmeleri sebebiyle çökmesi sonucu elde ettikleri bağımsızlıklar onların yüzünü hiç güldürmedi. Geçmişi yorumlarken, birçoğu tarihsel bir güce sahip olmayan küçük kavim olma komplekslerinden kurtulamadılar. Bu yüzden de Osmanlılar hakkında, çoğu zaman, iftiraya varan iddiaların sahibi oldular. Kafalarındaki fanatik ve dar anlamdaki kavmi milliyetçilikle suları yokuşa akıtmaya, Osmanlı dönemini iftiralarla izah etmeye çalıştılar. Üstelik, bu hususta müslim ve gayri-müslim kavimler arasında, ilginç bir söylem birliği, bir dayanışma da mevcut. Bu çabalar hala da sürmekte. Genel iddialara göre, Osmanlı dönemi bir “esaret” dönemidir. Bu dönemde hırıstiyanlar müslüman, müslümanlar da zorla Türk yapılmıs, kabul etmeyip karşı duran herkesin kellesi kesilmiştir! ? Aklıselim sahibi her insan, biraz tarih bilgisi ve biraz da müsbet vicdana sahipse, Osmanlıdan “kurtulan” bu ülkelere ve halklarına bakarak iddiaların ne kadar dayanaksız ve “geçmişten kavgalar çıkarmaya yönelik” olduğunu hemen anlar. Eğer Osmanlı, iddia edildiği gibi bir yönetim anlayışı içinde olsaydı, 600 yıl boyunca hakim olduğu topraklarda, müslümanlıktan başka din, Türklükten başka milliyet kalmazdı; Kuzey Afrıka da dahil bütün Orta Doğu, Hindistan yarımadasının büyük bir kısmı, Kafkaslar, Karadenizin bütün Kuzeyi ve Orta Avrupa’ya kadar bütün Balkanlar’da Türk ve Müslüman unsurlardan başkası olamazdı. Eğer Osmanlı dinler ve milliyetlere, halkların geleneksel hayatlarına saygı duymasaydı, hoşgörü ile bakmasaydı; tek din, tek milliyet, tek tip sosyal hayat, tek tip giyim-kuşam isteseydi, çöküşünden kısa bir süre öncesine kadar bunu başaracak güçteydi. Osmanlı sonrası ortaya çıkan müslim-gayri müslim devletçikler Osmanlı düşmanlığı ile dimağlarını besliyorlar. Onu aşağıladıkları ölçüde yükseleceklerini, büyüyeceklerini, “ var” olacaklarını sanıyorlar. Falih Rıfkı Atay, imparatorlukların işi sömürmektir; oysa biz Osmanlılar, kendimizi “sağmal bir inek gibi” sömürttürdük der..Ne kadar haklı olduğunu, ortalama bir akıl ve vicdana sahip, herkes anlayabilir. Bu kendini sömürtmenin altında bizim “hoşgörümüz” vardır. İmparatorluk sınırları içinde yaşayan ahali devletin -farklılıkları olmakla birlikte- koyduğu kanunlara, kurallara göre yaşıyor, hayatını sürdürüyordu. Dini alan başta olmak üzere hayatın her safhasında engin bir hoşgörü hakimdi. Avrupa’dan, engizisyon işkenceleri sebebiyle, yükselen feryatlar Osmanlının hoşgörülü yüreğini burkuyor, Kitap Ehli olan Yahudiler, bizzat devletin müdahalesiyle Osmanlı topraklarına taşınıp iskan ediliyorlardı. İstanbul fatihi Sultan Mehmet Han, kendi elleriyle, hırıstiyanların ruhani liderine, adeta, taç giydiriyor; ticaret maksadıyla gelen batılı tüccarlara, serbestçe dolaşım hakkı tanıyan fermanlar veriyor, bu fermanlar tüccarların ceplerinde taşınıyordu. Prizren kalesini yapmaya veya tamire gelen hırıstiyan Rum ustalara, kaleden önce kendileri için bir kilise yapmaları imkanı sağlanıyor. Müslüman Emevi Arapların, müslüman olmayan herkese “mevali” (köle) demelerine karşılık, Osmanlı, fethettiği ülkeleri genellikle yerli yöneticilere de ağırlık veren bir anlayışla yönetmiş, halkını ayırım yapmadan “Osmanlı” saymıştır. Gözettiği tek sey ise “ittihad-ı enasır” olmuştur. Yani bütün unsurların, halkın birliği, beraberliği... Osmanlı, devletin “birliği, dirliği ve bekası”nı zaafa uğratacak her türlü harekete karşı daima “ kararlı” bir tutum sergilemiş, suçluları mutlaka cezalandırmıştır. Bunu yaparken de din ve milliyet ayırımı yapmamıştır. Hatta bu yolda en büyük cezayı kendi hanedanı mensuplarına vermiştir. Osmanlı’yı “başka”larına karşı müsamahasız (hoşgörüsüz) olmakla suçlayanlar tarihten nasiplenmemiş kimselerdir. Devletin birliği, dirliği, bekası ve “ebed-müddet” yaşaması felsefesine bağlı olan Osmanlı, gerektiğinde, devlet için kendi şehzadelerine, kardeşlerine, bunların soyundan gelenlere de kıymıştır. Osmanlı sonrası kurulan devletlerin milli anma günlerinde sergiledikleri 3-5 fotoğraftaki kesik kelle sayısı, sadece Ankara Savaşı sonrasında birbiriyle saltanat mücadelesi eden ve bu uğurda hayatını kaybeden Yıldırım Bayezid’in oğullarının sayısından daha fazla değildir. Fatih’ten itibaren, fitneye sebep olmasın, saltanat kavgasında daha çok masum taraftarın kanı akmasın diye “konulan kanun gereği” padişah olan kişi kardeşlerine kıyabiliyordu. Bu, o devrin şartlarında “meşru” sayılacak bir seydi. Günümüze göre kabulü kolay olmayan bu uygulama başka imparatorluklarda “kanunsuz” yapılıyordu. “Osmanlı esareti” sözünü kullananlar eski dönemlerin “esaret” kavramını da bilmiyorlar. Esir olanlar bir anlamda köledirler. Cemil Meriç “ Sakson köleleri boyunlarında bir tasma taşırlarmış; efendilerinin adı yazılırmış bu tasmaya...” diye naklediyor. Şimdi sormak lazım: Osmanlı’nın yönettiği topraklarda yaşayanlar tasmalı mıydı? Eğer gerçekten “esaret”te idilerse bunların ”fidye”lerini kim ödedi ve “ıtık-name”lerini (hürriyet belgesi) kim verdi? Osmanlı, bulunduğu her yerde –bırakın zulmetmeyi- insan onuruyla bağdaşmayan her uygulamaya son verdi. Tarihte galiplerin nice uygulamaları vardır ki kıyaslandığında Osmanlı modern bir toplum yönetimiyle bu kıyaslamalarda aklanır. Mısır Fravunu 2.Ramses, milattan önceki asırlarda Trakya, Tuna havalisi ve bütün Rumeli’yi istila edip Adriyatik kıyılarına kadar gitmiştir. Akla, hayale sığmayan uygulamaları vardır. Bir hafta süreyle konakladığı bir yerde köylerden topladığı genç kızlarla –eski tarihlerin söylediği şekilde- “ezvak-ı adide” (çeşitli zevkler) yaşamıştır! Dönüşte, ülkesine girerken yanında esir olan yirmi civarındaki kralı bindiği arabaya at yerine koşmuştur. Osmanlı’da böyle bir şey hiç olmadı, hiç duyulmadı. Aksine, bu hususta belgelenebilir olumlu örnekler sayılamıyacak kadar çoktur. Zulmeden bir yönetim 600 yıl hükümran olamaz. Bu, insan aklına asla sığmaz. Osmanlı, halkının bir bölümüne esir muamelesi yapsaydı para kazanmak için başkente giden hırıstiyanları buraya sokmaz; İstanbul’da halen yaşamakta olan gayrimüslimleri de daha başlangıçta ortadan kaldırırdı. Daha bir asır öncesine kadar “hoca efendiler” ile “papaz efendiler”, dini giysileri ve dini hüviyetleri ile -İstanbul başta olmak üzere her yerde- sokakta, çarşıda sohbet ederek yanyana yürüyorlar, komşuluk ediyorlar, birbirlerinin özel ve dini günlerini kutluyorlardı. “Komşuluk” hoşgörümüzü besleyen bir kavram olarak ayrımsız her dine, her milliyete sunulmamış mıydı? Kimlik edinme çabası içindeki kavimlerin farkına varmadığı bir şey var: Osmanlı ve kendini Osmanlının mirasçısı olarak görenler küçük milletlerin büyük komplekslerinden uzak yaşıyorlar ve onları –hâlâ- hoşgörüyorlar. Çünkü arkalarındaki tarihi ve kültürel miras kompleks yaratmayacak kadar muhteşem! Biz, gittiğimiz yerlere adaletle gittik, hakkaniyetle davrandık. Hakkaniyetle davranmayan yöneticiyi payitahta şikayet ettiklerinde sonuç alan haklarımız vardı. Müslim olsun gayrimüslim olsun, “hak haklınındı.” Hem de daha Osmanlı’nın kuruluş yıllarından itibaren bu böyleydi. İlk Osmanlı başkenti Söğüt’te, pazar yerinde bir hırıstıyanın malını değerinin altında almaya çalışan bir Türk’e Osman Bey bizzat müdahele eder ve hırıstiyanın hakkını korur. İşte bu adalet anlayışı sebebiyledir ki kendi dininden yöneticilerce zulme uğratılan kavimler, Balkanlarda “Başımızda kardinal şapkası – Latin serpuşu- görmektense Osmanlı sarığı görmeyi yeğleriz” diyorlardı. Osmanlıyı fethe yönlendiren sebepler arasında bu davetlerin payı yok mu sanılıyor? “Manastır Tarihi” adlı eserin yazarı Mehmet Tevfik Bey çok güzel bir vaka anlatır: Manastır ve civarının fethiyle meşgul olan Timurtaş Paşa’ya Manastırlılar çok şiddetli karşı koymuşlar, şehri teslim etmemişlerdir. Zamanla Osmanlıların bu işten vazgeçmeyeceklerini anlayıp, görünüşte misafirperverliklerini göstermek, gerçekte ise Osmanlı ordusunun “ateşini düşürmek”, merhametli davranmasını sağlamak için, seçtikleri 38 genç ve güzel kızı bir piskoposun eşliğinde Paşa’ya göndermişlerdir. Yanlarında bolca yiyecek ve içecek de götüren kafile akşama yakın Paşa’nın huzuruna varır. Paşa, getirilen yiyecek ve içecekleri yeniçerilere paylaştırır. Vakit geç olduğundan misafirlerini konaklatmak için bir kısım çadırları boşalttırıp genç kızları yerleştirir ve her çadırın önüne en “emin” askerlerinden nöbetçiler koyar. Ertesi gün, ala şafak vakti, gönderilen miktarın “on misli” yiyecek-içecek ve hediyeler vererek yine “emin” askerlerinin refakatinde gelenleri geri gönderir. Beklemedikleri, alışmadıkları bu davranış, kızlarına gösterilen bu hürmet, namus ve iffete değer veriş, başta şehrin hükümdarı olmak üzere, herkeste şaşkınlık yaratır, herkesi etkiler. Kızların dönüşünden iki saat sonra Kral, başpiskoposu Paşa’ya gönderir. “Sonsuza kadar aman dileyerek” şehri teslim ederler. Paşa, halka iyi muamele eder. Osmanlı’nın bu davranışı karşısında, aynı gün şehir merkezinden 100 ve civar köylerden 13 olmak üzere toplam 113 kişi “kendiliğinden” müslüman olur. Osmanlıdaki hoşgörü, bazılarının kafasına sığmayacak kadar genişti. “Tebaamdan Müslümanları camide, Hırıstiyanları kilisede, Yahudileri havrada görmek isterim” diyen sultanlar yönetti ülkeyi. Yirminci yüzyıl başlarında Osmanlı devleti’nin Manastır eyaletinde 1113 cami, medrese ve tekkeye karşılık 1101 kilise ve 9 havra olması bir yandan “Osmanlı Hoşgörüsü”nü gözler önüne sererken bir yandan da esaret sözünü gülünç kılmıyor mu? Osmanlı Balkanlara 14. yüzyılda geldi. Avrupalılar Amerika kıtasına 15. yüzyılın sonlarında ayak bastılar. Eğer Avrupalılar Osmanlı gibi davransalardı bugün Amerika’da en az 500 milyonun üstünde bir “yerli” nüfus olacaktı. Oysa kızlıderililerin soyu tükenmek üzere ve şimdi koruma altına alınmaya çalışılıyor. Son yıllarda çok kullanılan Türkçe bir söz var: Tarih affetmez! Kendilerini yüceltmek için Osmanlı’yı karalayanlar, güzergah olarak bir “çıkmaz sokak”ı seçmişlerdir. Bu sokak, geçmişten “kalıcı dostluklar” yerine “kavga” çıkarmayı hedefler. Ve tarih bu hatayı affetmez! (16 Mayıs 2003- Üsküp)
__________________
SEVMEK GÜZEL ŞEY SEVİLMEKTE ONUN KADAR
SEVİPTE SEVİLMEMEK ACIDIR ÖLÜM KADAR YALNIZLIK ALLAHA MAHSUSTUR HER CANLI BİR DOST ARAR TAŞIN KALBİ YOK AMA ONU DA YOSUNLAR SARAR |
Bookmarks |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
Benzer Konular | ||||
Konu Başlıkları | Konuyu Başlatan | Papatyam Forum Ana Kategori Başlıkları |
Cevaplar | Son Mesajlar |
BİR DEVLET NE ZAMAN ÇÖKER | PESTEMAL | Osmanlı Tarihi | 0 | 19 August 2009 13:05 |
Döküman yönetimi access database inde file upload and view as binary | tamerr89 | asp.net | 0 | 29 March 2008 12:57 |
DEVLET SIRRI | u2s | Öyküler & Hikayeler | 4 | 02 March 2007 09:40 |
Derin Devlet:) | PESTEMAL | Her Telden Resim | 0 | 27 February 2007 11:27 |
Devlet Sırrı... | sanal | Fıkra Diyarı | 3 | 15 March 2006 18:42 |
Tefekküre Davet Köşesi |
|
Papatyam Sosyal Medya Guruplarımıza Katılın |